31 Temmuz 2015 Cuma

Kutuplaşma...





Trajikomik mi desem,dram mı desem yoksa direkt olarak komik mi desem,bilemiyorum.Çocukluk arkadaşımın çaresiz kaldığı bir sorununu anlatacağım size.Malum,ülkemiz yine zor günlerden geçiyor.Kanlar dökülürken,ülkemizin insanları kutuplaşıyor,önyargılar bir kalıp olmaktan çıkıp bir düstur haline geliyor.Anlatacağım olayda tam olarak bununla ilgili:Kutuplaşma...
Beraber büyüdüğümüz,aynı sofrada ekmek paylaşıp,aynı kavgada dayak yediğimiz,aynı kıza asılıp sonra da 'Bu kız ikimize de yar olmayacak,en iyisi biz dostluğumuzu koruyalım!' deyip,kardeş gibi kenetlendiğimiz,hayatın hoyratlığında her an yanyana olamasak bile yine de kopmadığımız,galatasaray yenilince beraber dertlenip,kızıp,yine teselliyi birbirimizde bulduğumuz,çocukluk arkadaşım Fatih'in başına kimisi için felaket kimisi için talih kuşu olarak addedilen aşk geldi,tüm vücudunu ele geçirdi ve onca yalnız insanın arasından sıyrılıp sevmeye başladı.Ne güzeldi sevmek öyle,nasıl da her şey başkalaşırdı gözünde insanın.Kendini dünyanın en güçlü insanı hisseder seven.Çünkü,sevdiğin yanındaysa aşamayacağın engel yoktur.Gözü karadır sevdalıların.Ama bir soru işareti düşerse kafalara,lekelenir sevgileri.Bırakın fırtınayı,küçük bir lodos bile yıkar süphecileri.İki seven arasında en önemli şey,birbirine karşı duyduğu güven ve yine birbirine karşı inançlarıdır.Sormuştum Fatih'e, 'Öncekiler gibi geçici bir şey mi?' diye.O da, 'Galiba evleneceğim ben bu kızla!' demişti.Bir şeyi hesap etmemişti ama:Türkiye'de bölgesel önyargılar vardı.Ülkenin Batısındakiler Doğunun tümünü terörist ilan etmişti.Birisi Kürt ise,vatan haini olmaması imkansızdı.Hatta ileri gidip, 'En iyi Kürt,ölü Kürttür.' deme gafletine düşenler bile vardı.Doğudakiler ise Batıya çok ısınamamıştı.Gelenekleri onları mufazakar yapıyordu.Batı,geleneklerinden kopmuş,asimile olmuş bir yerdi.Oranın insanlarıyla paylaşımlar ticaret yapmanın ötesine gitmesi neredeyse imkansızdı.Aynı bayrak altında yaşayıp,birbirlerini düşman olarak görmüş,uzak durulmuştu.Batılı aileler Doğulu gelin yahut damat kabul etmiyordu.Kafalardaki önyargılar sevenlere saygı duymuyordu.Doğunun çoğunluğu  ise batının damat yahut gelinini kabul etmek yerine,ensest ilişkileri makul görüyordu.Bunların neticesinde ise mutsuzluk,gözyaşı her iki tarafıda yıpratıyordu. 'Galiba evlenceğim bu kızla! diyecek kadar seven Fatih,iki sene sonra 'Kızın ailesi Kürt,Karslılar.Beni öğrenmişler.Karadenizli olduğum için kıza, 'Boşuna ümitlenme,seni ona veremeceğiz' demişler.Henüz beni tanımıyorlar bile,nasıl bu karara vardıklarını aklım almıyor.' dedi.Neden olduğunu kendiside biliyordu ama ne yapsındı?Üstelik Fatih'in aileside doğulu bir gelin istemiyordu.Ama bu sorun değildi.Kararlıydı çünkü. 'Ailemin tepkisini biliyorum.Ama ben sevdikten sonra onlara sadece saygı duymak düşecektir.Gerekirse ailemi bile karşıma alırım.' dedi,sonra: 'Ama o aynı şeyi yapamayacağını söyledi.Ona hak veriyorum ama en azından mücadele edeceğini söyleseydi mutlu olurdum.O sadece ağladı ve 'bilmiyorum' dedi.'  İkiside yirmi yaşında.Yani beraber filmler izleyip,adalar da el ele gezip,birbirlerini öpücüklere boğmaları gerekirken,yıllardır devletin bile çözüm bulamadığı Türk-Kürt sorununa bir ucundan bulaşmış,çaresizce çırpınıyorlardı.Geri kafalı insanlar yüzünden günahsız bir sevda yok olmaya yüz tutmuştu.Bu insanların derdi neydi böyle!Bu neyin savaşıydı?Her iki tarafında güdülen kin yüzünden her saniye kaybettiğini ne zaman anlayacaklardı? Bazen Hz.Nuh'un tekrar dünyaya gönderilip,yeniden gemisine iyi olan her ırktan ve hayvandan insanları toplayıp, dünyanın yeniden kurulmasını ümit ederim.
Eğer öyle bir şey olursa,eminim Fatih ve sevdiğide o gemide olacaktır.
Maalesef,ancak o zaman bir hayat kurmaları mümkün olabilir.... 

Bunun adını ben koyamadım.
Siz söyleyin öyleyse;
Trajikomik mi,dram mı yoksa sadece komik mi?


22 Temmuz 2015 Çarşamba

Oyuncak Müzesi...

Merhabalar efenim!Biliyorum,uzun zaman oldu yazmayalı.Ne deseniz haklısınız!Ama sizde hak verirsiniz ki havalar ve sular ısındı,insanlar soyundu,bikinili hatunlar arz-ı endam etmeye başladılar ve her şeyden önemlisi eşsiz güzelliği  kadar vefasızlığıyla da ünlü İstanbul şehrimiz tüm tarihi ve mavinin en güzel tonunu taşıyan deniziyle beni kendisine çağrıyordu.Ne yapsaydım yani,öylece oturup depresif bir halde bilgisayar başında mı vakit geçirseydim?Bana kırgınlığınızın biraz olsun geçtiğini hisseder gibiyim!Öylseyse,bırakın da kendimi tam olarak izah edeyim.
Kendimi ramazan ayından sonra turist ilan ettim!İstanbul'a ilk kez gelen bir Koreli gibi keşfedeceği şeyler adına heyecanlı hissediyordum.Bildiğim yahut bilmediğim her şeyi tek tek ayrıntılarıyla keşfetmeye karar verdim.Diyeceksiniz ki, 'Yahu Onurcum,son cümlende anlatım bozukluğu var.Bildiğin şeyi yeniden keşfetmekten söz ediyorsun.Nasıl iş?' Saygı duyarım bu sorunuza.Hatta müteşekkir olurum çünkü bu ilgiyle okuduğunuzu gösterir.Ama yanılıyorsunuz.Bir şeyin ne olduğunu bilmek,o şeyi keşfetmek demek değildir.Keşfetmek,bulduğun yahut gözlemlediğin şeyin dünyasında hissetmektir kendini.Kuru bilgi sizi sadece cehaletten kurtarır.Ama o bilginin içini doldurmak hissetmekle başlar.Misal,Mimar Sinan'ın Hürrem Sultan'ın kızı olan Mihrimah Sultan'a büyük aşkından dolayı yaptığı Mihrimah Sultan Külliyesi hikayesini bilmek,cehaletinizi görünmez kalır.Ama o hikayeyi ancak gidip görerek,Mimar Sinan'ı  sanki külliye inşasında çalışıyormuş  gibi duyduğu heyecanı zihninizde tasvir ederek izlemek,sizi doyumsuz keşfe çıkarır.Bende yıllar sonra tembelliğimi bir yana bırakıp,Sunay Akın üstadığımızın 2005'te açtığı Oyuncak Müzesi'ni sonunda keşfetme fırsatı buldum.Özellikle de 'Şarlo' karakteriyle herkesin gönlünde taht kurmuş Charlie Caplin'in ilk oyuncağını birebir görmek,o oyuncağın Oyuncak Müzesine gelene kadar geçirdiği maceraları yanıbaşında düşünmek beni fevkalade heyacanlandırdı.

İzninizle biraz müzeden bahsedeceğim...

Efenim,yaklaşık bir aydır profesyonel fotoğraf makinemle ve her gün değişen farklı arkadaş grublarıyla karış karış İstanbul'u geziyorum.Birçok yer gezdim ama dediğim gibi size Oyuncak Müzesinden bahsedeceğim.Henüz kış uykusundan uyanamamış ilkokul arkadaşım Mehmet'i yanıma alıp,Anadolu Yakasına-Göztepe semtine gittik.Mesele buradan sonra başlıyor.Müze öyle bir ara sokaktaki,bulması biraz sabır gerektiriyor.Hele ki Anadolu Yakasına gidiş sayınız bir elin parmaklarını geçmiyorsa!İşin garibi,metrodan indiğimizde duraklarda,marketlerde,taksi duraklarında gördüğümüz insanlara yol güzergahını sorduğumuzda on farklı yol tarafi aldık.Misal,bir taksici amcanın, 'Yeğenim oraya gitmesi zordur!Otobüsler gitmez.En iyisi atlayın ben sizi götüreyim!' demesi bize dürüstçe görünmüştü lakin arkadan gelen bir genç arkadaşın sesi yanıldığımızı ispatladı: 'Gençler,şu yolu takip edin.Oradan otobüslere binebilirsiniz.Yürüyebilirsiniz de pek bir mesafe yok zaten.!' demesi bizi hem sevindirdi hemde üzdü.Parayı insalığınızdan önde tutarsanız,her zaman kaybedersiniz.Hemde galibiyet içinde mağlup olursunuz.O dolandırıcı amcanın yüzü yalanı ortaya çıkınca biraz bozulmuştu.Ama eminim ki utancından değil,oyunu bozulup cebi para göremediğinden.Ne diyeyim,yavşağın tekiymiş kendisi!Neyse,otobüsü uzun uzun bekledik,lakin beklediğimiz hattın otobüsleri gelmedi.Bizde hasbelkader yollara koyulduk.Güneş tam tepede bizi kavururken,kendimizi bedevi gibi hissetmememiz kaçınılmazdı.Sorduk,levhaları takip ettik,yanlış tarifler aldık,geri yürüdük ama sonunda bulduk.Tabi ilk şüphe ettik,hatta Mehmet:'Ulan bu serap falan olmasın.Sıcaktan beynimiz eridi.' dediğinde bende bir şüpheye düşmedim değil hani.O yüzden hemen fotoğraf makinemi çantamdam ivedi bir şekilde çıkarıp,fotoğrafını çekerek serap görmediğimizi makinenin yardımıyla teyit ettik.

İşte,o teyitlik fotoğraf..!



Bende hemen bu ölümsüz an içinde olmalıyım deyip,attım kendimi girişin merdivenlerine!Kurşun askerle muhabbet ediyorken çekmediği iyi olmuş.Bu ve diğer fotoğrafların üzerine tıkladığınızda büyüyor resim.Neden mi bunu söylüyorum?
Hem daha ayrıntılı bakabilirsiniz hemde askerin bacağının siyah bölümünde üç kelimeden oluşan giriş cümlesi vardır.
Muhtemelen göremeyeceksiniz ama yinede deneyin...:)



 Soluklandıktan sonra sonunda oyuncak dünyasına girdik.Bize ilk tavan arasından başlamamızı 
önerdiler.Biz aksi adamlar olduğumuz için en alt kattan başladık.
Tuvalet bölümünden yani...





Burası müzenin tuvalet bölümü.Ama son derece iyi tasarlanmış.Kendinizi bir çizgi filmin içindeymiş gibi hissediyorsunuz.Ben kendimi Süngerbob gibi hissetim...






Hadi dedik!Tavsiyelerine uyalım.
Hemen tavan arasına attık kendimizi.Bununla karşılaştık...
 İnanılmaz bir nostalji!
Kolumu yasladığım tahta at ve onun önündeki tarihi bisiklet sizi zaman yolcusu gibi hissettiriyor...







Tam tavan arasından inmek 
üzereydik,bir de ne görelim?Tavan arasının vazgeçilmez yaratığı fare!Annem görseydi kesinlikle oyuncağından bile korkup,oradaki langırtla farenin canını yakardı.Yahut öyle yaptığını sanırdı demek daha doğru olur .. :)









Ama tabii ki benim aklımda hep Şarlo bebeğini görmek var.Sabırsızlanıyorum,heyecanlıyım ama ona gelmeye daha var.
Devam edelim bakalım.

1933 yılında,Nazi Almanya'sında üretilen oyuncak askerler....
Tarihçiler 2.Dünya Savaşı'nın 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya'ya girmesiyle başladığını söylerler.Oysa ki Hitler ilk önce bu oyuncaklarla çocukların düşlerini işgal etmiştir.Oyuncak askerlerle oynayan çocuklar,2.Dünya Savaşı başlayınca bu oyuncakların yerine geçtiler.

Geriye gözyaşı,hüzün ve kırık oyuncaklar kaldı...
(Bizzat kendi objektifimdendir)






















ABD yapımı B-29 tipi bombardıman uçağı,6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroşima'ya ve 9 Ağustos 1945 tarihinde Nagazaki'ye atom bombasını atan uçaktır.Bombardıman sonucunda 2 kentte yaklaşık 200.000 insan hayatını kaybetmiştir.












 Efenim bu da,Ağustos 1945'te,Hiroşima'ya atılan atom bombasının yıktığı bir ilkokulun eriyen pencere camları ve geriye kalanlar...
Japonlar için çok değerli olan bu objeler,2010 yılında Japon devleti tarafından Hiroşima'ya davet edilen Sunay Akın'a,savaşların gerçek yüzünü unutturmamak adına ve bir daha böylesi acıların yaşanmaması dileğiyle İstanbul Oyuncak Müzesi'nde sergilenmesi için verilmiştir.





 Apollo 15 uzay aracı,26 Temmuz-7 Ağustos 1971 tarihleri arasında gerçekleştirdiği uzay uçuşunda,bu Türk Bayrağı'nı da kumanda modülünde taşımıştır.Uzayda 295.2 saat,ayda 3 gün kalan ve toplam 1.4 milyon mil uzay yolculuğu yapan tarihi Türk Bayrağı,ABD'de yaşayan iş adamı Ekmel Anda tarafından bir Amerikalı koleksiyonerden satın alınarak Oyuncak Müzesi'ne bağışlanmış.
İnsanın Ay'a ulaşma serüveninde en önemli adım 1920'li yıllarda atılmıştır.Bu yıllarda,Amerika Birleşik Devletleri'ndeki çocuklar uzay konulu oyuncaklarla oynuyorlardı.O çocuklar ki 1950'li yıllara gelindiğinde uzay araştırmalarının yapıldığı NASA'da görev aldılar.1920'li yıllarda oyuncaklarla çocukların hayallerine,oyunlarına uzayı hedef olarak koyan bir ülkenin Ay'a bayrağını dikmesine raslantı diyemeyiz.Bu gerçek,oyuncağın uygarlık tarihindeki önemini gösteren somut örneklerden yalnızca biridir...





Burada Mehmet'e uçakları tanıtıyordum.
Tabii ki hiçbir bilgim yok... :)





 Bu oda ise sihirli gibidir.Oradaki tren istastonundaki çalışan insanlara dalıp gidersiniz.
1920'ler,Almanya...



=======================================================================
=======================================================================


 
 
















 Veee o beklenen an geldi.!
Charlie Chaplin Oyuncağı.

Hikayesi şöyledir efenim!
1920'li yıllarda,New York'un köylerinden Saranac Lake sakinleri,açmayı düşündükleri anaokulu için,gelir sağlamak amacıyla bir halk pazarı kurmaya karar verirler.Pazardaki satışlardan elde edilen gelir,anaokulunun yapımında kullanılacaktır.Bu hayır girişimine duyarlılık gösteren Emma Moris,kocası William'dan bütün arkadaşlarına,hatta özellikle ünlü olanlarına mektup yazarak,pazar yerinde satılmak üzere uygun gördükleri eşyalarını göndermelerini rica eder.Kısa bir süre sonra,William'ın gönderdiği mektuplardan birine Hollywood'dan yanıt gelir: 
''Sevgili Morris,bu güzel kampanyanızda size yardımcı olması için,bana çok benzeyen bir oyuncağı ve yanında da imzalı fotoğrafımı gönderiyorum.''
 Mektubu gönderen William Morris'in yakın arkadaşı Charlie Caplin'dir.!
Sessiz sinema döneminin ünlü sanatçısı Charlie Chaplin'in bebeği,geldiği ilk günden itibaren pazarın gözdesi olur.Oyuncak sayesinde tezgahlardaki tüm mallar satılır.Gösterilen bu büyük ilgi üzerine oyuncak,açık arttırmada 500 Dolar'a alıcı bulur.Oyuncağı satın alan,eski dostundan gelen bu güzel ve anlamlı hediyeyi kimseye kaptırmak istemeyen William Morris'tir.
Emma ve William Morris öldükten sonra varisleri oyuncağı Saranac Lake kütüphanesine bağışlar.Çocuklara okuma sevgisi aşılaması amacıyla bağışlanan Şarlo bebeği,burada da oyuncağı görmeye gelenlerin aldığı kitaplar sayesinde kütüphane büyük gelir sağlar.
Oyuncak,1970 yılında bir hayır kurumuna devredilir ve açık arttırmaya çıkartılarak yeni sahibi ile buluşur.

İşte,oyuncak ve sinema tarihinin bu eşsiz eseri,2013 yılının Aralık ayında,ABD'de düzenlenen bir açık arttırmada bu kez İstanbul Oyuncak Müzesi'nin kurucusu Sunay Akın tarafından satın alınır.Böylelikle oyuncak,Şarlo karakterinin doğuşunun 100.yılı olan 2014'te,İstanbul Oyuncak Müzesi'nin ziyaretçileriyle buluşur...





 Bu ve daha fazlası bende mevcut olmasına rağmen paylaşmayacağım.
Görmek isteyene müze pazartesi günleri hariç hergün açıktır efenim...
 
Umarım keyif almışsınızdır...

Benden bu kadar.... :)

















7 Temmuz 2015 Salı

Öteki Ben...



 
Dün,bunaltıcı sıcakların olduğu saatlerde yeni aldığım 'Öteki Ben' kitabını usulca okuyayım dedim.Oruçlu iken öyle oyalayıcı şeyler yapmalısınız ki,hem susuz ve aç bedeniniz yorulmamalı hem de keyifli saatler geçirip tam iftar saatinde yaptığınız işi noktolayıp,tatlılara dalabileseniz.Elimde görmüş olduğunuz bu kitap,bana tabiri caize manyakça duygular yaşattı.
Devlet memuru olan Golyadkin,bir sabah işyerindeki masasının karşısında,kendisiyle aynı adı taşıyan,kendisine tıpatıp benzeyen bir memurun olduğunu görüyor.Bu çelişki,hikayenin sonuna kadar akıcı bir şekilde ilerliyor.Bu kitabı okuduktan sonra,'Yahu bu kitap bana bir şeyi çağrıştırıyor ama ne?..' diyebilirsiniz.İçinden çıkamayabilir,kurdeşen dökebilirsiniz.Söyleyeyim neyi çağrıştırdığını: Efsane film Fight Club'ı.Film tadında bir yapıt olduğundan ve dövüş kulübü yazarlarının bu kitaptan etkilendiğini söylemek herhalde yalan olmaz.Birçok okuyucunun beğenisini kazanmasına rağmen Dostoyevki,bu eserini beğenmez ve ,'Değiştirme fırsatım olsaydı,farklı bir şekilde ve daha kapsamlı anlatırdım.Beğenisi az bir roman..' der kendileri.Mütevaziliktenden bence efenim,adam kendini övemiyor.Bende size övmüyor,sadece yapacak işiniz yoksa,hava sıcaksa ve oruçluysanız alıp okuyabilirsiniz diyorum..Ama evde sizi rahatsız edecek insanların olmamasına dikkat edin lütfen.Şansıma ağabeyimin izinli gününe denk geldi bu kitapla tanışmam.
Bu fotoğrafta onun eseri. 
Aslında fena olmamış be!ha!

Kitap okumaya yönelik teşvik edici bir kamu spotu reklamı gibi durmuyor mu sizce de :)?




 

2 Temmuz 2015 Perşembe

İşte Böylesine Yeniliyorum...




2 Temmuz 1993 günü,Cumhuriyet'in temellerinin atıldığı Sivas'ta halk edebiyatımızın büyük ozanlarından Pir Sultan Abdal için düzenlenen şenlikler bir katliamla noktalandı.Pir Sultan Abdal Şenliği'ne katılanlar,yobaz çetelerin kurdukları insanlık dışı tuzaktan habersizdiler.Yaşamlarını bilime,sanata,daha güzel bir dünyanın yaratılmasına vermiş insanlar 30 Haziran gecesi,türkülerle,şarkılarla,başlarında şenlik şapkalarıyla,sırtlarında şenlik tişörtleriyle yola koyulmuşlardı.Hiçbiri bu yolculuktan geriye dönmeme ihtimali olduğunu,hele hele yanarak ölme ihtimali olduğunu akıllarından bile geçirmemişti.2 Temmuz günü,Cuma namazından sonra kent merkezinde gösteriye başlayan şeriatçılar,Ozanlar Anıtı ve Atatürk heykellerine saldırdılar.Önce valilik ve kültür merkezini daha sonra da şenliğe katılanların kaldığı Madımak Oteli'ni kuşattılar.Sayıları 15 bine ulaşan göstericiler,oteli taşlamaya başladılar.Oteldekiler tam 8 saat kurtarılmayı beklediler.Saat 20.00 sularında,saldırganlar 'Yak ula yak' çığlıklarıyla 'Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu,Sivas'ta yıkılacak!', 'Sivas Aziz Nesin'e mezar olacak' sloganlarıyla Madımak Oteli'ni ateşe verdiler.Laik düzeni  yıkırak din esaslarına dayalı devlet kurmayı hedefleyen 'şeriatçıların kanlı kalkışması' olarak tarihe geçen katliamda 33 konuk,2 otel görevlisi ve 2 saldırgan yaşamını yitirdi.Her şey polisin,askerin,devletin ve tüm dünyanın gözleri önünde olup bitti.Yaşamlarını yitiren 33 aydın hiç unutulmadı.Otelde sıkışıp kalan insanların 'Bizi kurtarın' diye feryat ederken oteli ateşe veren güruhun keyif içinde alevlerin yükselmesini seyretmesi de unutulmadı.Siyasilerin olaydan sonra verdikleri demeçler de... 
Madımak Otel'nin merdivenlerine oturmuş üç şairin bekleyişini gösteren fotoğraf da belleklerimizden hiç silinmedi.

Saat 15.00 sularıydı.Uğur Kaynar'ın eli çenesinde;Metin Altıok'un elinde saplı bir süpürge,Behçet Aysan'ın elinde ince bir çubuk,önünde yangın söndürme tüpü...
Ne yazık ki,katliamın sonunda merdivende oturan üç şair de yaşamını yitirdi.O merdivenler barikatın hemen arkasında,otele göstericilerin saldırısı gerçekleşirse geçilecek ilk merdivenlerdi.Şair Behçet Aysan da,elindeki çubuğu bırakırken şunları söyler yanındakilere : 'Saldırganlar genç,ben onlara vuramam.''

Katliamdan sağ kurulan gazeteci yazar Battal Pehlivan,üç şairin merdivende bekleyişlerini fotoğrafladı...


Metin Altıok:Türkçenin filozof şairiydi.İnsanın yüceliğine olan inancıyla kaleme aldığı şiirleri sevgisizliğe,kötülüğe karşı bir misillemeydi. 'Şiir onuriliğimdir benim,duyarlığımın temelidir.Sözcük evrenine açılan penceremdir.Ben o pencereden bakmaya çağırdım herkesi.' diyordu... 

Ne mi kalır benden sana;
Kıpraşan civasıyla,
Menevişli göller kalır,
Hazır sırdaşın olmaya.

Ne mi kalır benden sana,
İğde kokan soluğuyla,
Perçemli yeller kalır
Hazır yoldaşın olmaya.

Benden sana az biraz
Kül içinde uykuda,
Yaşamımdan közler kalır,
Hazır candaşın olmaya..


Behçet Aysan:Sevgi,eşitlik ve barış üzerine kurulu bir dünya özlemiyle yazdı şiirlerini.
'İstiyorum ki,bağırmadan usul sesle söylensin şiir.Usul sesli bir çığlık olsun.Kimi zaman kara,kiminde umudu öne çıkaran.' dedi.Sevmeyi unutanların şiirini yazdı.

Sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
Yalan her şey gibi 
aşklarınız da.

Yaşamı ölüm
diye anlatıyorlar size
yalanı gerçek diye.

Ne leylakların 
tomurundan haberiniz var
ne önünüzden 
kara bir bulut
gibi geçen geceden.

Sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
Yalan aşklarınız da...


Uğur Kaynar:Zara doğumluydu.Yumuşak ve içe dönük şair kişiliğiyle Ankara'daki aydınların ve sanatçıların özgün bir parçasıydı.Şiirlerinde aşkı,yalnızlığı,hüznü,insan sevgisini ve güzelliği anlattı.Uğur Kaynar'ın yanından hiç ayırmadığı,adeta kişiliği ile özdeşleştirdiği askılı deri çantası katliamdan birkaç gün sonra bulundu.Şairin çantasından yazdığı son şiiri çıktı...

Öldüğümde
Doğduğum yere gidiyorum
Yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği
İşte böylesine yeniyorum...


Yas tutulacaksa,bugün tutulmalı.
Ruhları şad olsun...