30 Eylül 2012 Pazar

İstanbul'daki Köpeklerin Hayırsız Ada Sürgünü



Çok ilginçtir ki İstanbul'daki köpeklerin ilk kez başının belaya girmesinin sebebi İngiliz bir turisttir. Galata'da gezerken köpek saldırısına uğrayan turist, bastonuyla kendini savunmaya çalışsa da kaçarken yüksek bir yerden düşüp ölünce İngilizler ültimatom veriyor. Sultan II. Mahmut sokak köpeklerinin toplanıp şehrin dışına bırakılmasına karar verir ama halkın tepkisi sultana geri adım attırır. İstanbul halkı, köpeklerin şehri belalardan koruduğuna inanır. 

Yine 1865 senesinde (Sultan Abdülaziz dönemi) artan köpek nüfusu birilerini harekete geçirir. Köpeklerin toplanıp boğazdaki Hayırsız Ada'ya bırakılması kararlaştırılır. Toplanılan köpekler adaya vapurlarla sevk edilir. Tam bu sırada gerçekleşen büyük İstanbul yangını, Beyazıt’tan Gedikpaşa’ya kadar evleri kül eder. Halk köpeklerin şehirden yollanmasına bağlar bu büyük felaketi. Kim bilir belki de haklıdırlar. Köpekler olsa belki yangından bu kadar büyümeden önce haber alınabilecekti. İkinci bir emirle köpekler adadan alınır ve gerisin geri İstanbul sokaklarına döner.


II. Abdülhamit döneminde çıkan kuduz salgınına rağmen, padişah köpekleri boğdurmak, yaktırmak veya şehir dışına yollamak yerine kuduzla savaşmayı seçer. Kuduzu engellemek için dünyanın üçüncü kuduz enstitüsünü İstanbul'da açtırır. Köpekler son rahat yıllarını bu dönemde geçirir. 

İttihat Terakki dönemi ise köpekler için sonun başlangıcıdır. Belediye Başkanı Suphi Bey sokaklardaki köpek nüfusundan çok rahatsızdır. Öyle ki İstanbul nüfusunun 1 milyon olduğu o günlerde sokak köpeklerinin sayısı 80 bini aşmıştır. Neredeyse on kişiye bir sokak köpeği düşüyor demek oluyor bu. Ve nihayetinde Hayırsız Ada toplama kampı kararları yeniden yürürlüğe konur. 80 bin köpek birkaç gün içerisinde toplanarak vapurlarla adaya bırakılır. 

Hayırsız Ada 
Bu noktada Hayırsız Ada hakkında biraz bilgi vereyim. İstanbul adaları içerisinde adalar kümesine en uzak olan ada, Sivri Ada adıyla da anılır. Bizans döneminde Oxia adıyla anılırken, bir sürgün mekanı olarak kullanılmıştır. Aynı zamanda ada üzerinde tarihi bir manastır bulunur. Din adamları hayatlarının son demlerinde bu adaya gelerek inzivaya çekilirmiş. Bu ada üzerinde bir tane bile ağaç bulunmaz. Yalnızca küçük bir tatlı su kuyusu vardır. Ayrıca Haydarpaşa rıhtımı yapılırken buradan kırılarak getirilen taşlar kullanılmıştır.

Konumuza dönecek olursak, 1910 haziranında 80 bin köpek toplanıp bu adaya atıldı demiştik. Adada köpeklerin yiyecek bulması imkansızdır. O kadar köpeğe küçük bir kuyudan su da verilemez. Güneşten korunabilecekleri bir ağaç bile yoktur o  haziran sıcağında.


Hayırsız Ada da Ölümü Bekleyen Köpekler
O adada 80 binden fazla köpek açlığa, susuzluğa ve sıcağa terk edilmiş. Arada tekneyle ile yeni köpek getirilmiş Hayırsız Ada'ya. Bu böyle üç ay sürmüş. Çaresiz köpekler ne kadar uzakta olsa da bir tekne görünce başlıyorlarmış ulumaya.  Acı iniltileri taa İstanbul sokaklarından duyulur olmuş.

Halk ise bu durumdan rahatsız olmuş ama elden bir şey gelmemiş bu sefer.Seslere dayanamayanlar sandallara, teknelere atlayıp en azından bir kaç tanesini gizlice geri getirmeye gittiler ve adaya yanaştıklarında gördükleri manzarayı bir daha hiç unutamamışlar; küme küme köpek cesetleri, 1 mil uzaktan hissedilen ağır bir leş kokusu, güneşten bunalmış hararetle denize girip son gücüyle suda kalmaya çalışan, adada gölge bulmak için toprağı kazan, leşlerden et koparmaya çalışan, açlıktan gözü dönmüş bir şekilde birbirine saldıran köpekler.

Ne diyelim, 21. yyda hala çözülememiş bir başıboş köpekler sorunu ve katledilen on binlerce köpek. Belki de sorunun çözümünü köpekleri vahşice katletmek veya toplama kamplarına doldurmaktan başka bir yönde aramalıyız. 


Size Cannes Film Festivali'nde en iyi kısa film ödülünü alan Hayırsızada (Chienne d'Histoire) filmini izlemenizi tavsiye ediyorum.

TBMM'ye sunulan 5109 Sayılı Hayvanları koruma kanunu değişik teklifine karşı bugün saat 14.00'de tüm yurt genelinde eş zamanlı eylem düzenlenecek.İstanbul'da  Taksim meydanı başta olmak üzere,İzmir,Ankara,Bursa,Eskişehir,Aydın,Giresun ve  Antalya'da Halkın konuyla ilgili fikirlerini söylenecek toplantıyla dile getirilecek. Bu yasa hayvanların itlafını izin veriyor, kısaca,böyle diyebiliriz...
Umarız herkes gereken yerlerde olur...

28 Eylül 2012 Cuma

Gelincik

Einstein tarafından söylenen ''İnsanlardaki ön yargıyı parçalamak benim atomu parçalamamdan daha zordur.'' sözünü bilmeyen yoktur herhalde.Bununla ilgili az önce kitap okurken denk geldiğim bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.---Uzaklarda bir köyde,kocası,çocuğu doğmadan ayrılmış tek başına yaşayan hamile bir kadın kendisine arkadaşı olması açısından dağda yaralı bulduğu bir gelinciği evde beslemeye başlar.Gelincik kadının yanında bir an bile ayrılmaz.Her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da,oldukça uysallaşır.Birkaç ay sonra kadının çocuğu doğar.Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına bile olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır.Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır.Aradan zaman geçer ve anne eve gelir.Gelinciği ve kanlı ağzını görür.Anne çıldırmışcasına gelinciğe saldırı ve oracıkta öldürür hayvanı.Tam o esnada içerideki odadan bir bebek sesi duyulur.Anne odaya yönelir.Ve odada beşiği,beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanında duran parçalanmış bir yılanı görür.--- Gelincik bebeğin hayatını kurtardı.Ama annenin ön yargısına kurban oldu.Ön yargılarımızdan tamamen kurtulmanın bir çaresi olmadığını düşünüyorum.Ancak her ne kadar tamamen kurtulamasak da zararlı sonuçlarını en aza indirebiliriz.Öncelikle ön yargılardan kurtulmak için bilinçli bir çaba gerekir.Öfkemizi kontrol edebilmeyi öğrenmeliyiz.Az bilenin ön yargısı çok olur.Okumak ve okuduğumuzu sindirmemiz gerekir.Ani durumlarla karşılaştığımızda fevri davranıp sonrasında pişman olmamak için hemen karar vermemeliyiz.Ortamı terk edip zaman kazanmalıyız.Dedikodular çok olur,hemen inanmamalıyız.Soru sormayı bilmeliyiz.Araştırmadan gördüğünüz veya duyduğunuz şeyler için karar vermemeliyiz.Herkesin hata yapabileceğini kabul etmeliyiz.Hatasız insan olamayacağını,kendimizin de hatalı olabileceğimizi düşünerek adım atmalıyız.Tüm bunlar belki ön yargılarımızı bitirmez belki ama,en azından frenleyebilir ve gelinciği öldürmemizi engelleyebilir... 

Duyguların adamı,Dert ortağınız Onur'da bu kadar canlarım...:)

27 Eylül 2012 Perşembe

Mutluluğun Sosyolojisi...

Günümüzde insanların mutluluğu neredeyse eğlenmeye dayanmakta,eğlenmenin altında ise almanın,tüketmenin doygunluğu yatmaktadır.Dünya bizim açlığımız giderecek büyük bir nesne,bir elma şekeri,bir memedir.Bizler durmadan bir şeyler emer bir şeyler bekleriz,ve sürekli düş kırıklıklarına uğrarız.Özelikle rüyamızda ateşimiz yüksek olduğunda harareti gidermek için pınarlardan içtiğimiz kana kana sular nasıl fayda vermez ise bizde serapvari bir mutluluğun peşindeyiz.Karakterimiz sanki değiş tokuş etmek,almak,tüketmek üzerine kurulmuştur.Günümüzün insanı bir arayış içerisinde.Bu arayış,konformizmin insanı getirdiği noktadır.Bugünün insanı acımasız bir tüketim uygarlığının kölesi durumuna gelmiştir.Wright Wills:''Yaşadığımız dönem,bir endişe ve can sıkıntısı dönemidir.''diyerek günümüz insanın halini özetlemektedir bence.Artık insan deyince akla kimlik belgesi,banka hesabı,posta çeki ve havale gibi kavramlar gelmektedir.İşte size kimliksiz,mekanikleşmiş çağdaş insan röntgeni.Mutluluğumuz sanal,sevgimiz sanal,aşklarımız sanal olmuş.Mutluluğu hep başkalarında arıyoruz.Oysa içimize yönelip hiç kendimize bakıyor muyuz?Kafamızı kaldırıp bir çocuğun gülümsemesine,bir çiçeğin tomurcuğuna bakıp temaşa edebiliyor muyuz?Son yüzyılda hastanelerin en çok rağbet gören kısmı ne yazık ki psikiyatri servisleridir.,Sevgiyi,mutluluğu,
huzuru nesnede,maddede arayan insan,bunun doyumsuzluğunu elbette yaşayacaktır.Mustafa Sandalın bir şarkısı bunu güzel özetliyor gibi aslında ''onun arabası var,güzel mi güzel!Şoförü de var özel mi özel!Maalesef ruhu yok!''Evet,maddenin,nesnenin ruhu ve sevgisi yok.Dünyanın en hızlı gelişmiş bir Bilgisayarın yada teknoloji harikası bir robotun gözyaşları olmadığı gibi.Mutluluğu,sevgiyi içsel dinamiklerde yani kendimizde bulmalıyız.Mutluluk parfüm gibidir,kendine bulaştırmadan başkalarına veremezsin.Peki ama ne ile mutlu olacağız?Bunun bir formülü var mı?Evet,size mutluluğun formülü veriyorum.Ne mi?Kanaatkar olmak.Nedir kanaatkar olmak?Hayata,yaşama karşı her zaman referans değerliniz olmalı.Bazı şeylerin değerlerini iyi hesap edebilmeli.Bazen bir adım atmanın yada adım atabilmenin değerini bacağı felç olmuş bir insanın sıkıntısıyla karşılaştırabilmeliyiz.Ya da nefes almanın ne kadar önemli olduğunu yıllarca kronik bronşit hastası olan birinin özelikle gece yaşadığı öksürük nöbetlerinin vermiş olduğu ızdırabı görebilmeliyiz.Nefes demişken,ünlü Osmanlı padişahımız Kanuni Sultan Süleyman'nın sözü tam da anlatmak istediğimle örtüşüyor.''Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi.Olmaya devlet cihan da bir nefes sıhhat gibi''Mutlu olmak adına içinde bulunduğumuz andan da iyi bir zaman olduğuna karar vermek için beklemekten vazgeçin.Mutluluk bir varış değil,bir yolculuktur.Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar,bazılar da daha alçakta.''Oysa mutluluk insanın boyu hizasındadır.''der Konfüçyüs.Evet,mutlu iradeciler,mutlu eğitimciler ve mutlu insanlar görmek istiyorsak almadan vermeyi,sevilmeden sevmeyi,kanaatkar olmayı,her bireyin önemli ve özel olduğunu,çıkarsız,riyasız olmayı bilmeliyiz.Yine biz insanoğluna,biz yardımcı olabiliriz.Mutluluk hepimizin olsun,öğretmenlerimizin,anne ve babalarımızın,gençlerimizin,sevgiye,ilgiye hasret kimsesizlerin.Yani kısaca tüm insanlığın...

26 Eylül 2012 Çarşamba

İçimize Atıklarımız Ve İçinden Çıkamadıklarımız

Bir insan neden içine atar?Neden duygularını bastırır?Bastırdığı ve içine attığı şeyler ne kazandırır?Ne kaybettirir?Bu yüzden mi her şey ters yüz olur,içinden çıkılmaz bir hal alır,keşmekeş olur,viran olur,harap olur,beter olur?Duyguların bastırılmaması ve içe atılmaması gerektiği hep söylenir,ancak bunu herkes başarabilir mi?Birçok insan;bağırıp çağırması,ağlaması gerektiği zaman gözyaşlarını içine akıtır.Yaşadığımız olumsuz olaylar,bastırılan duygular,konuşup anlatmadığımız veya haksızlığa uğradığımız anlar.Gün geliyor bunlar,fiziksel hastalık olarak açığa çıkıyor.İçimize attığımız her şey katlanarak ve katmanlaşarak ilerde daha ağır hasarlara neden oluyor.Sonra zorluyor organları.En başta beynimizi,kalbimizi,midemizi sonra psikolojimizi,insanlığımızı ve daha birçok şeyi.Atalarımız ''duvarı nem,insanı gam yıkar''demişler.İyi de demişler.İçine atmak nedir?Kaşlarımızı çatmak gerekirken umarsızca gülmek.Duygularını tam olarak anlatamayan,içini olduğu gibi döküp açamayan kişilerin ellerinde olmadan yaptıkları şeydir.Defalarca konuşup da anlaşılmamış insanın usancıdır ya da pes etmektir.İfade etmekten bıktıranların yarattığı sonuçtur.Ya da Seneca'nın dediği gibi ''hafif acılar konuşulabilir ama derin acılar dilsizdir.''Bu yüzden en çok söylemek istediğimiz şeyleri içimize atarız ''söylenecek o kadar çok şey vardı ki,tek kelime bil edemedim''derken ki anlatılan durumdur bu işte.Kendini anlatmaktan yorulanlar için tek kaçış yolu;duyguları,düşünceleri rahatlıkla karşı tarafa söyleyemeyip,karşısındaki kişiye kalbinizi tamamıyla açamayıp,tüm hislerinizi,beyninizi kucaklayan tüm detayları kalbinizin bir köşeciğinde biriktirmek.O köşecik git gide büyür ve tüm kalbiniz söyleyemediklerinizle kaplanmaya başlar.Ağlayamazsınız bile,bir çeşit kendi kendine paylaşmaya alışma halidir.Beklemektir aslında.Karşı taraf bir an gelsin görsün suskunluğu istenir.Görülmedikçe yakar kavurur.O zaman kırgınlıklar,öfke ve hüzün dışa vurulamayıp kişisel kutuya gizlenir.İnsanın içine atması için sanırım bu yüzyılda birçok neden var.Etrafımızda patlamaya hazır o kadar canlı bomba var ki.Ekonomik sıkıntılar,iletişim kuramama,anlaşılmama,anlatamama,maddenin manayı hapsetmesi,hızlı tüketim çılgınlığı,bireyselliğin ön plana çıkması,değerlerin hiçe sayılması gibi birçok hadise,insanların açılamaması ve içine atmasına neden oluyor.Evet,içinize atmayın demek kolay bir söylem tabii ki.Zor olan bunu eyleme geçirebilmektir.Yaratıcı bizi son derece kuvvetli donanımlarla yaratmıştır.Aklın yanında bir kalp vermiş.Yani duygu ve akıl.Biri kalbi temsil ederken diğeri beyni.İki büyük güç.İki büyük nimet!Bu iki nimeti dengeli kullanarak sorunlarımızla,sıkıntılarımızla,çıkmazlarımızla baş edebiliriz.Sorunların ve olumsuzlukların içini doldurmaktansa bunların içini boşaltmak için delikler açmaya çalışabiliriz.İçimize atıp yakmaktansa yada içinden çıkamamaktansa;dışınıza çıkartıp söndürmeye çalışabiliriz.Yutkunmaya çalışıp boğazımızı düğümlemektense,zehirlenmemek için kusup rahatlayabiliriz.Kaçmak yerine kovalamak,sırt çevirmek yerine yüz çevirmek,almak yerine vermek,beklemek yerine gitmek,sevilmek yerine sevmek,şarj olmak yerine deşarj olmak,kırmak yerine tamir etmek,üzmek yerine sevindirmek,zorlaştırmak yerine kolaylaştırmak,karamsar olmak yerine iyimser olmak,el sıkmak yerine kucaklamak,anlaşılmayı beklemek yerine önce anlamak,susmak yerine konuşmak.Acaba yapabilir miyiz?

24 Eylül 2012 Pazartesi

Seninle Yaşlanmak İstiyorum...

Seneler geçsin,sen beni bil ben seni bileyim istiyorum.Benim olduğu kadar dostlarının,dostlarının olduğu kadar benim ol istiyorum.Nice sıkıntı ve zorluk yaşayıp anlatalım.Yaşayalım ki,öğrenelim hayatı ve destek çıkmayı.Birbirimizin omuzlarında ağlamalıyız.Sen çok dertlenip,içip arkadaşlarınla eve gelmelisin.Paylaşmalı ve beraber sıkılmalıyız.Öyle ki,yalnız sıkılmak sıkmalı bizi.Yaşayalım ki,paramız olunca sevinelim.Güzel günlerimizi,evimizde,bir şişe şarap ve pijamalarımızla kutlamalıyız.Yada bazen dostlarla ucuz biralar içerek.Böylece yaşamalıyız işte.Sonra çocuklarımız olmalı.Düşünsene senin ve benim olan bir canlı.Geceleri ağladıkça sırasıyla susturmalıyız.Sen arada mızıkçılık yapmalısın,ve ben söylenerek almalıyım sıranı.Yorgun olduğum için yemek yapmamalıyım,söylenerek yumurta kırmalısın.Hava soğukken birbirimize sıkıca sarılmalıyız.Zaman su gibi akıp giderken,her şey yaşanmış bir hayatımız olmalı.Her şeye rağmen hiç bıkmamalıyız birbirimizden.Mutluda olsa,kötü de olsa,yaşadığımız günler bizim günlerimiz olmalı.Saçlara düşünce yada gidince aklar,çocukları güvence altına alıp gitmeli bu şehirden.Kavgasız,her sabah cinayetle uyanılmayan,sessiz bir yere gitmeliyiz.Geceleri balkonda denizi seyredip,sandalyelerimizde sallanmalıyız.Eve gelip benden kahve istemelisin.Çocuklar gelmeli ziyaretimize.Geçmişteki hareketli günlerimizi anımsamalıyız.Öyle sevmelisin ki beni,bu yazdıklarım korkutmalı seni,tebessümler açtırmalı yüzünde.Bir gün bu hayatı bırakıp giderken,sadece mutluluk olmalı yüzümüzde.Birbirimizi sevmenin gururu olmalı ''Her şey de''... İyi geceler...

22 Eylül 2012 Cumartesi

Sokak Sokak...

Burası Taksim meydanı.Mikronu tutan kişi tok sesli fırfır Fatih ve mikrofon uzattığımız şahsiyet Küfürbaz lakaplı Satılmış ağabeyin ta kendisidir.Arkadaki şekilsiz insan evladı da bizzat benim.
Fotoğraf makinesinin deklanşörüne basıp Satılmış ağabeyi ile yaptığımız efsane röportajı görsel açıdan ölümsüzleştiren ise deli kız Çağla'dır.Samsunda olan Çağla bana bugün gönderdiği bu fotoğrafla Dünyanın en işlek caddelerinden birisi olan İstiklal'de gülerek,eğlenerek,bazen de ''bin bir türlü dallamayla uğraş amk''diyerek sitem ettiğimiz o günleri hatırlattı bana.Uyku sersemi olduğumuz tiplerden anlaşılıyordur herhalde.O günün sorusu yanlış hatırlamıyorsam ''yaşlandığınızı nasıl anlarsınız'' dı.Ağabeyimiz bize ''Eee valla vücudumun işlevleri yavaşlarsa,
yani istediğim zaman kaldıramaz,mesela...''devamı şifreli yayında.Nasıl bir cümle olabileceğini tahmin ediyordur herkes.Düşün,bu kurduğu en temiz cümle kendilerinin,otuz dakika röportaj yaptık neler dediğini tahmin edin;ee boşuna küfürbaz değil adamın lakabı.Yeni bırakmama rağmen özledim röportajları.İnsanların dilinden anlamayı öğretiyor.Onun haricinde ön yargıları kırıyor.Taksimde herkes kibirli gibi görünür;özellikle de süslü hatunlar.Onlardan oldukça uzak durmayı çalışırdım.Çünkü bana söylenecek aksi bir şey hiç yapmak istemeyeceğim şeyler yapmama neden olabilirdi.Bir gün mikrofon arkadaşım Feyza ile dolanırken ''hadi şu kızların yanına gidip muhabbet  edelim'' dedi.''Saçmalama yahu!Baksana şunlara,gidilir mi?Hepsinin üzeriden,gülüşünden kibir akıyor.Salla,başka birilerini bulalım.''dememe rağmen ikna etti beni ve gittik.Uzunca hoş muhabbet edip işimizi gördük.Her iki tarafta mutlu mesuttu diyalogdan.
Feyza sayesinde güzel bir ders aldım.Dersimizin adı;önyargılardan kurtulmak.Kurtuldum ve sınıfı geçtim o gün diye düşünüyorum.Mikrofona dikkatlice baktığımda biraz sinirim bozuldu.O Mavi süngerli mikrofon benim ilk kez tek başıma röportaja çıktığım zaman verildi.Kimse bana sık arıza yapacağından ve sürekli kontrol edip düzeltmem gerektiğinden bahsetmemişti.O gün,sıcağın altında,oruçlu oruçlu beş saat röportaj yapmıştım ve mükemmel cevaplar almıştım.Sevindirik bir şekilde radyonun yolunu tutmuşken ve kendimi ''Süpersin be oğlum.Kim yapabilir lan senin gibi böyle röportaj.Bayılacaklar yahu.Belki de plaket falan verirler neme lazım''diyerek kendimi pohpohlarken,sonu hüsranla bitti.Meğer mikrofon arıza yapmış ve bir tek ses alamamışım.İlk kez kendimi bu kadar gerizekalı ve kullanılmış hissettim.Hatırladıkça bir garip oluyorum yahu.Ne günlerdi be.Benim acil veda etmem gerek.Sonra görüşürüz olmayan okuyucularım...

21 Eylül 2012 Cuma

Aceleye Gerek Yok Ki...

Herkes bir arayış içinde,ama hiç kimse ne aradığını bilmiyor.Sanıyoruz ki çok paramız,sürekli yükselen kariyerimiz,bahçeli bir evimiz,spor bir arabamız olunca biz de çok mutlu olacağız.Hadi maddeciliği bir kenara bırakalım;niye herkes aşktan şikayetçi?Çevremizde kaç kişinin aşk hayatı iyi gidiyor?Eminim parmakla sayılacak kadar azdır.Ve eminim hiç kimse yanlışın nerede olduğunu da bulamıyordur.Ben ten uyuşmasının önemi kadar ruh uyuşmasının önemine de inanırım.Hatta insanların eş ruhlarının olduğuna bile inanırım.Ama ruhları olmayan bedenler birbirleriyle ne kadar uyuşabilir ki?Evet,önce göz görür ancak ruh sever.Ayrıca ruhumuz olmadan eş ruhumuzu bulmak gibi bir şansımız olmadığına da eminim.İşte bu yüzden içimiz de sürekli bir eksiklik duygusuyla yaşıyoruz hepimiz,işte bu yüzden sürekli duvarlara çarpıp çarpıp kendimizi kanatıyoruz ve işte bu yüzden mutluluğu bir türlü yakalayamıyoruz.Gerçekte hız çağında yaşıyoruz.Her şey o kadar hızlı geçiyor ki,ne arkadaşlarımıza,ne ailemize,ne de kendimize yeterince vaktimiz kalmıyor.Akrep ve yelkovanla yarış halindeyiz.Bu yüzden bütün ilişkiler yarım yamalak,bütün sevgiler bölük pörçük.Sevmeye bile vaktimiz yok bizim.Oysa teknolojinin nimetlerinden fazlasıyla yaralanıyoruz..Ne çamaşır yıkıyoruz,ne de bulaşık,çayımızı kahvemizi makineler yapıyor.Uçaklar bizi iki saat içinde Dünyanın bir ucuna taşıyor.Hatta artık gitmeye bile gerek yok,internetle Dünya elimizin altında.Ama yine de vaktimiz yok işte!Bence doğanın kara bir laneti.Biz ondan uzaklaştıkça,o da bizden bütün zamanları çalıyor.Milan Kundera''yavaşlık''adlı kitabında;''yavaşlık hep aldatır,hızlılık ise unutturur''diyor.Telefon hızlılık mesela,konuşulanları,söylenenleri unutturur.Mektupsa yavaşlık,hep vardır ve hep hatırlatır.Freni patlamış kamyon gibi yaşamın hiç anlamı yok bence.Ayağımızı gazdan yavaş yavaş çekelim ve biraz mola verip ruhumuzun da bize yetişmesini bekleyelim artık.Aceleye ne gerek var?Hayat yalnız biz izin verdiğimiz gibi geçer.İyi ya da kötü,hızlı yada yavaş.Her şey bizim elimizde,sevgi de,aşk da,başarı da.Ama ancak kendi ruhumuzla buluştuğumuzda...

20 Eylül 2012 Perşembe

İkisi de Birbirinden Cins...

İnsan kadın üzerine yalnızca erkeklerle konuşmalıdır ama ben sizlerle de konuşmak istiyorum olmayan okuyucularım.Gazetelerde,dergilerde,radyolarda,kitaplarda ve her yerde kadın ve erkek arasındaki farklar hep anlatılır..Herkes farklı açıdan kıyaslayıp,iki cinsinde artı ve eksilerini kendilerine göre çıkartır,bireysel bakarlar yani.Ben evrensel bakarak bir kıyaslama yaptım.Kıyaslamadan ziyade Dünyanın varolmasını sağlayan iki cinsin karakteristik özelliklerinden kısaca bahsettim efendim;daha çok kadınlardan tabi.Kadında ne varsa bir bilmecedir ve kadındaki her şeyin bir çözümü vardır;o çözümün adı da gebeliktir.Erkek,kadın için bir araçtır yalnızca;amaç her zaman çocuktur.Ama erkek için nedir kadın?Gerçek bir erkek iki şey ister:tehlike ve oyun.Bu yüzden kadını ister,en tehlikeli oyuncak olarak.Erkek savaş için,kadın da savaşçının dinlenmesi için eğitilmelidir;bunun dışında deliliktir her şey.Kadın çocukları erkekten daha iyi anlar,ama erkek kadından daha çocuktur.Gerçek bir erkeğin içinde bir çocuk gizlidir;çocuk oynamak ister.Haydi bakalım kadınlar,bulun çıkarın ortaya erkekte gizli olan çocuğu!Bir oyuncak olmalıdır kadın,tertemiz ve güzel,değerli bir taş gibi ve henüz varolmayan bir dünyanın erdemiyle aydınlanmış.Bir yıldızın ışık demetleri yansımalı sevgisinden!Kadın sevdiğinde erkek korkmalı kadından.Çünkü o zaman kadın her türlü özveride bulunur ve erkeğinden başka her şeyi değersiz bulur.Kadın ondan nefret ettiğinde,erkek korkmalı kadından:çünkü erkek ruhunun en derin noktasında yalnızca kötüdür;kadın ise aynı noktada aşağılıktır.Kimden nefret eder kadın en çok?---Demir şöyle demiş mıknatısa:''senden en çok beni çektiğin,ama kendine çekecek kadar kuvvetli olmadığın için nefret etmekteyim.''
''Ben istiyorum''dadır erkeğin mutluluğu.Kadının mutluluğu ise ''o istiyor''dur.Kadın,boyun eğmek ve bir derinlik bulmak zorundadır yüzeyine.Yüzey ruhudur kadının,sığ sularda yüzen,fırtınalı,devingen bir zardır.Erkeğin ruhu ise derindir,onun nehirleri yeraltı mağaralarında akar:kadın onun gücünü süzer,fakat kavrayamaz.Bu ve benzeri şeyler barındırır kadınlar işte.
Daha fazlası aklıma gelmedi benim.Ha bunu niye yazdım durduk yere derseniz eğer,''kadın daha üstündür erkeklerden''---''hayır efendim,asıl erkek üstündür kadından''gibi amaçsız muhabbetlere son verilsin ve ikisinin de eşit olduğu anlaşılsın.Özellikle sınıfımdaki kızlar anlasın.Ben anlatmaktan bıktım onlar idrak edememekten bıkmadı.Benden bu kadar...

18 Eylül 2012 Salı

Okuyom Ben Ya...

Bir üst sınıfa geçip hocaların değişmesiyle nefret etiğim ''tanışma faslı''muhabbeti tekrar hortladı.''Aman hocam,yapmayın''sitemlerimizi hiçe sayarak tanışmakta ısrar eden tarihçiye küfür kıyamet gidiyorum.Nüfus memuru gibi kendisini alakadar etmeyen şeyler soruyorlar ya çıldırıyorum yahu.''Baban ne iş yapıyor evladım acep''.Sa-na-ne be,sana ne yani.Babamın mesleğine göre mi muamele yapacaksın bana?Amaçsızca zaman tüketilen boş olaydır kısacası.
Kırk kişinin ismini tek tek zorla söyletiyor nasıl bir zevk alıyorsa,sorsan yanındakinin isminin ne olduğu hatırlayamaz dallama.''İşi zamana bırakalım hocam,öyle daha iyi tanırsınız beni''en güzel cevaptır kanımca.Tamam,sakinim.Sınıfa yeni şahsiyetler gelmiş.Cillop gibi kızlar geldi demek isterdim ama maalesef kıllı sakallı yarma yarma herifler geldi.İyi ki geldi diyebileceğim bir tek adam var aralarında;Kadir.Tam benim kafada,nerelerdeydin bu vakte kadar be toprağım.Toprağım dediğime bakmayın kendileri yunan göçmenidir.Bu denyolarla iki sene nasıl geçecek diyordum geldi kurtardı beni.İlk günden kanım ısındı şekilsize.Efendim diğer bir konu ise,sabahları okula giderken Burak adındaki insan evladını dışarıda uyku mahmuru bir şekilde uzunca beklemek,çok koyuyor adama.Adamı telefondan dürterek,taciz mesajları atarak uyandırmaya çalışıyorum hala yaranamadık.Neymiş efendim,''bu uyandırma tarzım çok soğukmuş''.Öperek uyandırmamı bekliyor herhalde.Ulan bir tane normal arkadaşım yok ya.Öyle işte,her şey yolunda çok şükür.Değinmeden geçemeyeceğim,geceleri tek kelimeyle muazzam yağmur yağıyor.Dün üşenmeden yatağımın o sıcaklığını bırakıp uzunca seyrettim yağmur damlalarının asfalta doğru son yolculuklarını.Tam yere düşecekken,kafamı sağa sola çevirdim,görmek istemedim vedasını.Dilerim bu gece de ağlar gökyüzü,yine haykırır delice.Hadi iyi geceler...

16 Eylül 2012 Pazar

Hadi Bismillah...

8 Haziran Cuma günü kapanan 2011-2012 eğitim sezonu,tam üç ay sonra yarın yeniden start verecek.''Nasıl geçti ya,hiçbir şey anlamadım valla'' diyenlerden çok ''Ne çok şey oldu bu tatilde hayatımda''diyenlerdenim ben.Neler oldu neler!Toplanın anlatıyorum.Okulların kapanmasıyla birlikte huzura kavuşmaktan ziyade çok özlediğim eski benliğime kavuştum.Eski benliğimi şöyle tarif edeyim;umursamaz,vurdumduymaz,gamsız,dostlarıyla eğlencenin dibine vuran,eğlendiği zaman herkes eğlenen,sinir olduğu zaman herkesin ağzına s*çan,tek derdi Fenerbahçe'yi Kadıköy'de devirememek olan,arkadaşlarla pleysteyşın oynarken çamur yapan bir adamdı.Efsane geri geldi,bedenimin merkezine yerleşti.Sonracıma hayalimdeki mesleği hayalimdeki radyoda icra ettim.Bir sene eğitimini almama rağmen pratikte eksikliklerim vardı,hepsi olmasa da birçok eksikliklerimi giderdim.Bu iş insanların dilinden anlamayı,nabza göre şerbet vermeyi öğretti bana,teşekkürler Best Fm.Bu Sene eğer erişebilirsek yaz tatiline,kaldığım yerden kaldığım radyoda işime devam edeceğim,sağlam yerden söz aldım.Efendim,bu yaz tatilinde benim için en önemli olaylardan birisi de kızlardı.Aklımın hayalimin alamayacağı kadar kızlarla eğlendim.Nasıl oldu bu diye sorma bende anlatamam,kendiliğinden diyelim.Sonracıma efendim,''aşk diye bir şey yokmuş'' demeyeceğim,var çünkü,aşkı layıkıyla,güzelce mutlu mesut yaşayan çok var.Bize böylesi denk gelmedi o başka.Hiç mi hiç problem değil kanka,böyle daha bir huzurluyum,mutluyum.Daha çok şey anlatmak isterdim ama güzel bir film beni bekliyor.Son olarak diyeceğim şu ki;yeni eğitim öğretim yılı herkes için hayırlı olsun.Okuldan nefret edenlere inat ''yaşasın okulumuz'' diyorum.İlkokul dönemlerimize damgasını vuran bu şarkıyla yazımı noktalıyorum;Daha dün annemizin kollarında yaşarken,çiçekli bahçemizin yollarında koşarken,
şimdi okullu olduk,sınıfları doldurduk,sevinçliyiz hepimiz YAŞASIN OKULUMUZ....

13 Eylül 2012 Perşembe

Afyon...

Afyon kalesinin uzaktan görünümü...
Kısa bir aradan sonra tekrar yazılarla karşınızdayım sevgili olmayan okuyucularım.Şöyle bir Afyon'a kadar gittik geldik.Hepsinin selamını sevgisini getirdim sizlere.Büyük bir kitle karşıladı bizi sağ olsun.Dolu dolu bir yayından sonra Afyon'daki güzel kitlemizle beraber bucak bucak her köşesini dolaştık.Tarihini de dinledik öğrendik tabi.Adını uçsuz bucaksız tarlalarında olan haşhaş bitkisinden alıyormuş ilimiz.Altmışlı yılların sonunda ABD'nin dayatmaları sonucu yapılan uluslararası anlaşmalar sonucunda hektarlarca alanlık Afyon tarlaları ateşe verilmiş ve ülkemizde Afyon üretimi o dönem itibariyle yasaklanmış.Ayrıca burası büyük taarruzda zafer kilidi olan yerdir(kocatepe).Bu ilimizin ilginç bir özelliği ise kalesine herkesin
tırmanabilmesidir,tepesine çıkıldığında buruna gelen temiz hava ve beyne gitmeyen oksijen yüzünden hafif baş dönmesi rağmen güzeldir.Kaleye çıkarken kesildi nefesimiz.Dik,çetin bir merdiven.Basamaklara oturup suyumuzu içerken aldığımız Afyon lokumunun da tadına baktık.Lokum değil de,ambalajından çıkan o kağıt parçası oturdu midemize.Meğer Afyon'da bazı lokumcular,çoğunlukla ihtiyarlar,ufak pusulalar atarlarmış müşterinin meşrebine göre.Bizimkinde'' Bizde yolcu diye yoldan çıkana derler.Siz yolcu değil,Allah'ın misafirisiniz,hoş geldiniz'' yazıyordu.Buna benzer bir tane daha yazı vardı onu topluca yutmuşuz.Güzel memleketimin güzel insanları işte,iyi ki varsınız.Kale gezisinden sonra kütüphaneleri gezdik.Türkiye'de İstanbul'dan sonra en çok kütüphanesi olan ilmiş Afyon.İki tane şehir merkezinde,on beş tane ilçelerde ve otuz yedi tane de kasabalarında olmak üzere toplamda elli dört tane kütüphaneleri bulunmaktaymış.İki günlük süreçte doya doya gezdik işte.Buram buram Anadolu kokuyordu,özlemişim bu kokuyu valla.İnsanları birbirinden güler yüzlü,hafif hoş şiveli,erkeğinden kadınına al yanaklı hepsi ve sıcak kanlılar.Ha unutmadan söyleyeyim;el şakasını çok seviyorlar.Aksi gibi bende hiç sevmem el şakasını.O yüzden Talip ağabeyinin şakaları delirmeme sebep oldu.Ne adam ya!Akşam olunca minder sohbeti yaptık biraz.Afyondaki şehit olayları canlarını sıkmış ve oldukça hassaslar.Bu olaylar Afyonda olduğu için mi yoksa vefalı oldukları için mi bilemem ama şehitlerin acısı ilk gün ki gibi yüreklerinde,dillerinde halkın.Şaşırdım,çünkü bizim Milletimiz çoktan unuttu sanıyorduk.Biliyorsunuz,neleri unutmadık ki biz.Bunları konuştuktan sonra ateş yakıp şarkı söyledi yanık sesli,temiz yüzlü Afyon insanı.Çok güzeldi Afyon gezisi.Hatta aralarında en güzeli diyebilirim.Valla gelmek istemedik buraya yahu.Kucak dolusu sevgiler Afyon'a....

9 Eylül 2012 Pazar

İzmir'in Kurtuluşu...


Türk Kurtuluş Savaşı’nın 26 Ağustos 1922'de başlayan ve 30 Ağustos günü zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz'da Türk Süvarilerinin Çevirme Harekatı, 1 Eylül 1922, Mustafa Kemal , tarihi emrini verdi: "Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri!.." emrini vermesiyle 09 Eylül 1922'de İzmir'de son bulan Takip harekatı, İstiklal Harbimizde çok önemli bir yer tutar.
9 Eylül 1922 tarihi, 1919 da fitili ateşlenen ve 30 Ağustos ile perçinleşmiş olan kurtuluş mücadelesinde İzmir’in Türk Bayrağı’na kavuştuğu tarihtir. Sille tokat, orak, balta, süngü, tüfek ve boğaz boğaza bir boğuşma sonucu Dumlupınar’dan bir zaferle ayrılan Türk Ordusu düşmanın peşine düşerek amansız bir kovalamaca sonucu 9 Eylül sabahı Belkahve sırtlarına ulaşmıştır. Artık İzmir’in kurtarılması, Yunanlılar tarafında da İzmir’in düşmesi yakındır. Türk Halkı’nın Kuva-i Milliyesi ile, düzenli orduları ile, milisi, efesi, çetecisi, köylüsü, esnafı, kadını, kızı ve kızanı ile yürüttüğü “ulusal kurtuluş eylemi”, adım-adım, köy-köy, kasaba-kasaba, kent-kent, Ege'yi özgürlüğüne kavuştururken, tüm ulusun özgürlüğünü de getirmekte ve Cumhuriyet Türkiye'sinin kuruluşunu müjdelemektedir. 1 Eylül 1922'de önce Uşak ilimiz kurtulmuştur.
Türk Ordusu 2 Eylül'de Eskişehir’deydi. 3 Eylül günü Dursunbey, Ödemiş, Emet, Esme, Sındırgı ve Tavşanlı düşmandan geri alınmıştı. Takip eden günlerde, 4 Eylül'de Tire, Bayındır, Buldan ve Simav, 5 Eylül'de Nazilli, Alaşehir, Bilecik, Gördes ve Salihli, 6 Eylül'de Akhisar, Balıkesir, Söke, Gönen ve İnegöl, 7 Eylül günü Aydın, Turgutlu, Kuşadası, 8 Eylül'de Kemalpaşa, Burhaniye, Manisa, Selçuk düşman egemenliğinden temizlenip, göndere Türk bayrağı çekildikten sonra, tek bir hedef kalmıştı. İzmir !..
Nihayetinde 9 Eylül sabahı, Belkahve sırtlarına dayanan Süvarilerin, kısa bir dinlenmeden sonra, İzmir’i alması kesindir. Dumlupınar’dan beri Yunanı önüne katıp gelen Türk süvariler, birkaç saat sonra İzmir’e girecekler ve kahpe Yunanın İzmir’i ateşe vermesine üzülerek tanık olsalar da, onları denize dökmeleri an meselesidir. Ve artık büyük kurtuluş anı. Resimde görülen bayrağın, 9 Eylül 1922'de Yüzbaşı Şerafettin komutasında İzmir'e giren Süvari birliğimizin Hükümet konağına çekişi yıllardır hafızalardan silinmemiştir. Bu resim Kurtuluşun ve büyük Milli Mücadelenin son halkası ve son noktası olacaktır. Artık İzmir’in kurtuluşu, Ege'nin kurtuluşudur.
Bağımsızlık ateşi ile yanan Türk Birlikleri bir an önce İzmir’e girmek için Atanın emriyle zıpkın gibi ileri atıldılar. Yunan ordusu silahını, cephanesini ve malzemesini terk ederek kaçıyor, kaçarken de her yeri yakıp yıkıyordu. Binlerce ölü veren Yunanlıların toparlanmaları olanaksızdı. Tek hedefleri İzmir'e ulaşarak gemilerle kaçmaktı. Sonraki günlerde, Menemen, Edremit, 11 Eylül'de Bursa, Foça, Gemlik ve Orhaneli, 12 Eylül'de Mudanya, Kırkağaç ve Urla, 13 Eylül'de Soma, 14 Eylül'de Bergama, Dikili ve Karacabey, 15 Eylül'de Alaçati ve Ayvalık, 16 Eylül'de Çeşme, 17 Eylül'de Bandırma ve 18 Eylül'de Erdek düşman işgalinden kurtarıldıysa da, bunlar çerez işlerdir. Neredeyse, düşman buraları artık kendi eliyle teslim etmiştir.
Bu kurtuluş heyecanı her Eylül ayında Ege'nin tüm il ve ilçelerini sarar. Her yöre kendi imkanları içinde bir tören yürüyüşünün etrafında halkalaşan ve günün anlamını belirten konuşmalar içeren etkinlikleri yaşar. Ve her törende halkımızın gözleri, "Kurtuluş Savaşı”nın yaşlı gazileri Kuva-i Milliye'cilerimizin üzerinde gezinir ve gözler bu savaş kahramanlarımızı öpücüklere boğar. Tarihimizin en parlak sayfalarını süsleyen bu kurtuluşlar zinciri Anadolu'da Emperyalizme karşı MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN önderliğinde kükreyen bir mazlum ulusun ordusunun ZAFER YÜRÜYÜŞÜ ile sağlanmıştır.
--9 Eylül 1922 tarihi, yani 90 yıl önce bugün İzmir'in Kurtuluş Günü; emperyalizmin Anadolu topraklarından sürüldüğü, denize döküldüğü gün. Mustafa Kemal 'in önderliğindeki ulusal özgürlük ve kurtuluş savaşının kazanıldığı o büyük utkunun adıdır.<ı>
Atatürk, Belkahve sırtlarında mola verip, bir yorgunluk kahvesi içtikten sonra, 10 Eylül 1922'de İzmir'e girer. Henüz daha yer yer çatışmalar sürmektedir. Ve artık İzmir kurtarılmış, Ulusal Kurtuluş Savaşı ''büyük utku''yla noktalanmıştı. Türk ordusu 4–5 ayda parçalanamaz denen Yunan cephesini birkaç günde yerle bir etmişti. 15 günde 600 kilometre yol aldı ve 150 bin kişilik düşman ordusunu yok etmiş, şehre giriş sonrasında yaklaşık, 3 bin kişilik Yunan kuvveti esir alınmıştı.
Atatürk'ün 1 Eylül'de Dumlupınar'da verdiği ''Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri'' emri 9 Eylül 1922'de İzmir'de noktalanırken yalnızca Türkiye için değil dünyanın bütün ezilen ulusları için yeni bir dönem açılıyordu.
Hindistan lideri Mahatma Gandi, Kurtuluş Savaşı'nı <ı>''Mustafa Kemallerin zaferi dünya için bir hürriyet ve istiklal çağının sancağıdır'' diyerek selamlarken, Pakistan lideri Cinnah emperyalistlere şöyle sesleniyordu: <ı>''Bütün dünyaya sesleniyorum. Ne biz, ne de her kıtada yaşamakta olan esir ve mazlum milletleri bundan sonra tutamayacaksınız.''
Atatürk, 13 Eylül 1922 günü ulusa bir bildiri ile müjdeyi verir: <ı>''Asil Türk Milleti, ordumuz 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'imizi ve yine 9 Eylül 1922 akşamı Bursa'mızı zaferle boşalttı. Akdeniz, ordularımızın zafer şarkıları ile dalgalanıyor... Anadolu'nun kurtuluş zaferini kutlarken sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz ufuklarından ordularının selamını da sunuyorum.''

--''Bu tarih insanların silahlardan uzaklaştığı bir zamanın adıdır. Bu tarih toplumu yönetim gücünün kaynağı olarak "millet iradesi" gösterilmiş, İstiklal Savaşının ve Türkiye Cumhuriyeti'nin itici gücü olmuş, "tam bağımsız ve demokrat bir Türkiye" yaratma süreci başlatma tarihidir. Bu tarih Osmanlı cemaat düzeninin "tebeası-kulları", "vatandaş-yurttaş" kimliğini kazanıp "özgür birey-insan" olabilme tarihidir."


Kurtuluşunun 90.Yılı Kutlu Olsun Güzel İzmir'im...

8 Eylül 2012 Cumartesi

Yolculuk Var Yine...

Bugün son dakika haberleri ile dolu bir gündü.Bizimkiler adam dövmeye gelir gibi toplanmışlar gelmişler ''hadi Karting'e gidiyoruz''dediler.Ne Karting kardeşim!O nereden çıktı?  falan derken bir anda pistte buldum kendimi.Emrivaki yapılmasını pek sevmem ama yarış süperdi yahu.Zevkli ve inanılmaz derecede deşarj edici motor sporu.Keşke Erol içinde güzel bitseydi yarış.Geride kalınca hırs yapıp gazı kökleyince o keskin virajı alamamasına sebep oldu ve Erol'u kaybettik.En son havada takla atarken gördük,çalılıklar arasında kayboldu gitti çocuk.Havadayken çıkardığı böğrüne taş yemiş köpek sesi hala kulaklarımızda.Yarış sonrası öğrendik ki,iki emniyet kemerinden kurtulup havada uçan ilk adammış.Erol'a Sığır plaketi verildi şirket tarafından,tarihe geçti lan adam,daha ne!Şaka bir yana burnu bile kanamaması büyük şans,Allah koruda valla.Diğer bir deyimle dokuz canlı pezevenk.Neyse efendim,gezdik,eğlendik geldim evin önüne,kırmızı şeytan yok ortada.Ee peder burada,arabayı kim götürdü derken satılmış meğerse.Büyük şok yaşadım doğrusu.Çocukluğumun arabası,kırmızı şeytanım gitmişti demek ha.27 senelik bir çınardı o,bizden,aileden biriydi.Dört yaşındayken tanışmıştım.Beraber yılllandık onunla.Çok eğlenirdim ya.Kendi kendine kornaya basardı mesela.Hatırlıyorum,bir gün yolda giderken hatalı sollama yapan bir araba olmuştu,sanki onu fark etmiş gibi kornaya bas bas kendi kendine basmıştı.Millet,Belediyenin hizmeti zannederdi.Halka bildiğin otel hizmeti verirdi.Geceleri birileri gelip kalırdı içinde.Ama çok sadıktı,yiğidi öldür hakkını yeme şimdi. Sayısız hırsız girdi arabaya hiç kimse götüremedi.Her defasında hırsızlar deli olup sinirden aküyü çalıp gittiler.Peder en sonunda ''Ulan zaten arabayı götüremiyorlar kapıları kitlemeye gerek yok.Sadece aküye kilit vuralım yeter''diyerek zincirlerdi aküyü.Biraz nazlıydı,kış günleri çalışsın diye çok ittiğimiz oldu.Bazıları için korkunçtu.1985 modeldi,o tip arabaların direksiyonları ve vitesleri normalden büyüktür.Hiç unutmam,bir sabah okula giderken arabayla,Kerim bana sokulup''Onur,şurada uzun titreyen bir şey var,ne lan o''demişti.Ben gülüp geçmiştim şaka yapıyor diye ama ciddi sorduğunu ve korkulu gözlerle baktığını fark edince açıklamıştım kendimden geçerek.İlk kez binmişti bu tarz arabalar ve yaşımızda küçüktü,normaldir sorması yani.Direksiyonu gemi dümeni gibiydi,üç kişi ancak çeviriyorduk.Bazen su kaynatırdı ama aslanlar gibiydi maşallah.Kıpkırmızıydı,hastaydı mahallenin yosmaları ona.Ehliyeti aldıktan sonra onu güzelce modifiye edecektim.Hayalimiz vardı,üstünü açılır kapanır yapacaktık.Hafta sonu iki yavru kapıp,Boğaz yolunda o biçim fiyaka atacaktık.Bana çocukluğumu hatırlatan tek şey oydu be.Bir veda bile edemeden gitti ya,ben ona yanıyorum.Neyse efendim,devam ediyorum.Bu şokun ardında telefon geldi;''Onur,hazırlan Afyon'a gidiyoruz.Yayını oradan yapacağız''.Ben bekliyordum böyle bir şey zaten.İki hafta önce de Trabzon ile Kars illerine gidip oradan yayın yapmıştık.Yol yorgunluğu bitirmişti beni,ama Trabzon şehrinin sıcak insanları mükemmel ağırlayıp bütün olumsuzluklarımızı unutturmuştu.Oradaki lütfü Ağabeyin sohbeti hala aklımda.Yaşa len Lütfü.Pek gezemedik Trabzon'u.Kars'a gelecek olursak,Türkiye'nin en geniş caddeleri burada var bence.Cumhuriyet caddesi üzerindeki Rus yapıtları dikkatimi çekti birazda.Merkezinde anlamını kavrayamadığım çok güzel bir boğa heykeli var.Tabi ki muhteşem bir kalesi var Kars ilinin.Orhan Pamuk'un ''Kar'' kitabını okuduktan sonra hep merak ederdim Kars'ı.Güzel şehirmiş.İnsanlarına gelince,ikliminden olsa gerek biraz soğuklar.Pek kanım ısınmadı oranın insanına.Tamam,çok güzel karşıladılar,güzelce ağırladılar eksik olmasınlar ama ekipçe soğuk insanlar oldukları konusunda mutabık olduk.Kars'ın tozu,buzu,kazı,kızı meşhurmuş.Bir amca bana böyle söyledi valla.Ha birde Kaşarı meşhurmuş.Nasıl yani diye sorduğumuzda,amca ''hee,Kars'ın kaşarı meşhurdur.Her sokakta bir kaşar vardır.''dedi.Şeytan dürtü tabi bizi kaşar deyince.Nereye geldik lan biz diye art niyetle eğlenirken amcam ''neye güldünüz''deyince patlayacaktık az daha valla.Sonunda Kars'ın kaşar peyniri açıklaması duyunca  biraz durulduk.Amca kusurumuza bakmamıştır inşallah.Neyse efendim,şimdi geldi sıra Afyon'a.Bakalım nasıl bir şehirmiş.Best Fm AFYONA GELİYORRRRR.Hazır ol Afyon...

7 Eylül 2012 Cuma

Haybeye Ölmek...

Su işleri bakanımız ''Hindistan'da Pakistan'da olur böyle şeyler''diyor.Aşağıladığı Hindistan'la Pakistan'ın bırak el bombasını nükleer silahları var,böyle bir facia yaşamadılar.Bizde insan hayatı sudan ucuz.Sanırım o nedenle Su işleri bakanı açıkladı...
Patlama ile ilgili ortaya çıkan bilgiler daha çok şaşırtacak gibi.Sayımı yapan askerlerin çoğu kısa dönem askerlik yapan acemi erlermiş.Şehitlerden on yedisi henüz birliğe üç gün önce gelen kısa dönem askerler olduğu anlaşıldı.Komutanlar taşıma işi için onları da görevlendirmiş.Altını çiziyorum,bunlar üç günlük acemi askerler.Yani sokaktan herhangi birisini çevirip el bombalarını o eğitimsiz şahsiyete teslim etmek gibi bir şey.Ateşle barut yan yana.Diğer bir konu ise el bombalarının imalat tarihleri.Terör saldırısı ve sabotaj iddialarının ardından ortaya yeni bir iddia daha atıldı.Patlayan bombaların 1936-1937 yıllarında ABD yardımıyla geldiği iddia edildi.El bombaları üzerine birazcık araştırma yaptım yine,65 sene ve üzeri olan bombalar da  metal yorgunluğu ve yıpranma üst düzeyde oluyormuş.Bu ve benzeri  patlamalara neden olması işten bile değil.Bu bombaların yeni nesil patlayıcıların aksine,ateşleme sistemlerini üzerinde barındırdığı belirtiliyor.Eğitimini vermeden üç günlük askerlere verirseniz patlayıcıları sonuç böyle hüsran olur işte.Sonuç:25 şehit olur.Sonuç;üç ay sonra baba olacak olan Şehit bilgisayar  öğretmeni Ahmet Tosun'a ve  anne karnında öksüz kalmış bebeğe olur.Atama bekleyen Şehit Matematik öğretmeni Emrah Aral ve hayallerine olur olan.Ya geride kalan gözü yaşlı Anne Babalar.Evlat acısıyla her gün yaşarken ölmek.Onlara geriye kalan bunlar...

6 Eylül 2012 Perşembe

Kara Bulutlar...

       Afyonda Askeri Mühimmat Deposunda Yaşanan Patlama Sonrası Çekilen Bir Fotoğraf.
Bak YIKILMAYAN BİRİ VAR HALA!
Türkiye güne 25 şehit haberi ile uyandı.Afyonkarahisar'ın  Ataköy ilçesindeki 500.istihkam Ana Depo komutanlığı Şehit Uzman Çavuş Mete Saraç Kışlasındaki mühimmat deposunda patlamalar meydana geldi.25 askerimiz Şehit oldu,4 askerimiz de yaralı maalesef.Kazara olan bu hadis bazıları için önemli değil gibi görünüyor.Bugün İstiklal'de radyoya doğru giderken,önümde altı kişiden oluşan bir grup sığırın konuşmasına kulak misafiri oldum.Şehit haberleri ile ilgili olarak;
Sığır-1)-Beyler,duydunuz mu?25 şehidimiz varmış.
Sığır-2)-Hadi ya?Yine mi?
Sığır-3)-Evet ama bu sefer Terörle bir ilgilisi yok.Cephanelikte kazara el bombası patlamış.
Sığır-4)-Bu yani?Bende yine teröre kurban gittiler sandım.
Sığır-5)-Yok be olum.Kendi dikkatsizlikleri yüzünden öldüler.
Sığır-6)-O değil de kızı ayarladım lan.Valla bak...
Bunların yaşları tahminimce yirmi beş ve üstüdür.Büyüklerimiz ne güzel demiş;''Akıl yaşta değil baştadır'' diye.Sinirden deliye dönmeme rağmen hiçbir şey söylemedim.Biliyorum ki olgunlaşmamış zihniyetler hiçbir şeyi idrak edemeyecekler,boşuna dil dökmeye gerek yok yani.Şunu da söylemeliyim ki;bu ve  benzeri insanlarla aynı yerde yürümekten,aynı lisanı kullanmaktan aynı Bayrağın altından olmaktan aynı havayı solumaktan çok büyük utanç duydum.Sorsan Atatürkçülerdir,hepsi Atatürk'ün izinden giden gençlerdir.Vatan Millet sevgisinden yanıp tutuşanlardır.Yürüyün be gençler.Kim tutar sizi...
Cephanede patlayan el bombası olayını biraz analiz edecek olursak,kısa bir araştırma yaptım oradan buradan,sonuç şu;el bombasının aslında taştan farksız.Bir kasa el bombası uçaktan atılsa bile patlaması için fünyeye ihtiyacı vardır.Şu bilgiye de ulaştım;NATO standartlarına göre fünye ile bombanın ayrı binalarda depolanması gerekiyormuş.Bu binalar arasındaki mesafe kilometrelece uzakta olması gerektiğini hatta olduğunu öğrendim.Peki,bu durumda el bombaları nasıl patladı?...

4 Eylül 2012 Salı

İnsanlar,Ah,Benim İnsanlarım...

ELLERİNİZE VE YALANA DAİR


Bütün taşlar gibi vekarlı,
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli,
bütün yük hayvanları gibi battal, ağır
ve aç çocukların dargın yüzlerine benzeyen elleriniz.

Arılar gibi hünerli, hafif,
sütlü memeler gibi yüklü,
tabiat gibi cesur
ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin 
altında gizleyen elleriniz.

Bu dünya öküzün boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.

Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.

Ve beyaz bir sofrada bir kere bile yemek 
yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.

-----------

İnsanlarım, ah, benim insanlarım, 
Avrupalım, Amerikalım benim,
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,
ellerin gibi tez kandırılır, kolay atlatılırsın....

İnsanlarım, ah, benim insanlarım, 
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa,
beyaz perde de yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,

dua yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin
gecelerinde ay ışığı,

söz yalan söylüyorsa,
renk yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen 
ve ellerinizden başka her şey 
herkes yalan söylüyorsa,

elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.

Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı,
bu zulüm bitmesin diyedir.

NAZIM HİKMET RAN

3 Eylül 2012 Pazartesi

Sırdaşım Güvercin...

O gece,kendisiyle bir anlaşma yapmıştı Onur.O meçhul ismi,söylerken sesi titrediği,düşünürken kendisinden geçtiği,o ismi yazacaktı sonunda.Belki de son defa yazacaktı,sonra arşivde alacaktı yerini.Kim bilir?Yazısını bitirdikten sonra gecenin karanlığında balkona doğru yürüdü.Çok geç bir saatti,kimsesiz bir gece,sessiz.Uzun uzun düşündü,neyi düşündüğünü bilmeden.Düşünceleri kararmıştı.Hiç düşüncelerinize karanlık çöktüğü oldu mu?Simsiyah,boğucu bir karanlık.Mutlaka olmuştur.Ayağa kalkıp silkinmek mi sizi kendinize getirir yoksa o karanlığın içinden aydınlığın gelmesi mi?Aydınlık değil mi?Onur'da bekledi,çok bekledi hemde aydınlığı.Ama bir türlü gelmedi beklenen.İçinde büyük korku oluştu.Umutları tükendi,hayalleri bitti.Paramparçaydı.Kader,kısmet  denen şeye tam inanmaya başlayıp ''olmuyorsa zorlamayacaksın'' sözcükleri dökülecekken dudaklarından,o da ne?Bir ışık uçup geldi.Evet,uçup geldi aydınlık.Balkonun camına bembeyaz bir güvercin kondu.Kendisi ne kadar beyazsa,gözleri de bir o kadar siyah ve ışıltılıydı.Boğucu karanlık içindeki düşünceler,korku,tükenen umutlar,biten hayaller hepsi gitmişti.Ve biranda çıkıverdi o isim ağzımdan;Fatmanur...
Güvercin,uçup gitti.Sanki benim söylememi beklemişti.Arkasından çok seslendim ''kimseye söyleme'' diye.
İşte böyle bir geceydi.Masallardaki gibi bir gece.İnanması güç değil mi?Ben bile hala kendimi ikna etmeye çalışıyorum böyle bir gece geçirdiğime.Hayatım boyunca unutmayacağım.Eğer güvercin ağzını sıkı tutabilirse,ikimizden başka kimse bilmeyecek.Ve bir gün,yaşım kaç olursa olsun bu yazı okuduğumda,şimdi ki gibi ''bu oldu mu gerçekten'' diyeceğim kendime.Sonra balkona çıkıp güvercinin gelmesini bekleyeceğim...

1 Eylül 2012 Cumartesi

Galiba Yeniden Başa Dönüyorum...

Kerimin bana güzel dediği kız ancak bu kadar olurdu zaten.Çok fazla sürmeden noktayı koydum da kurtuldum.Birde bana met ediyor kızı,çok güzelmiş de,gideri varmışta.Forumdan buraya onunla mesajlaşmaktan gözüm yoruldu.Kız meğer tüpçünün oğlu gibiymiş,Hüsamettin bildiğin.Fevri davranıp attığım mesaj biraz ağır olabilir.Buradan özür diliyorum.Tabi benden başka bu yazıları okuyan olmadığı için,gereken yere gereken mesajlar iletilmemiştir herhalde.Ama babacım benim de bir standartım var yahu.Ben nasıl kızlardan hoşlanıyorum biliyor musun kanka?Toplanın anlatıyorum;ne kadar aksini söylesem de esmer kızlar daha çekici geliyor bana.Sonra yanakları al al olacak,yeni yeni olgunlaşmaya başlayın meyve edası işte.Güler yüzlü olmalı,güldüğünde kelebekler uçuşmalı içimde.Eğlenceli olmalı,o gelmeden onun neşesinin sesi gelmeli önce.Utanması olmalı,utanması olmayan insandan korkacaksın derdi rahmetli dedem.Sonra Terazi burcu olmalı.Terazi kadını mükemmel oluyor,biliyorum da konuşuyorum.Fenerbahçeli olmalı sonra.Fanatik bir Galatasaraylı olarak ezeli rakibimizi tutmasını isterim.Zıt kutuplar bizi daha da yakınlaştırır diye düşünüyorum.Eriği çok sevmeli mesela.Sonra en sevdiği şarkılar es-es ve bal gibi olmalı.En sevdiği pasta;Franboğazlı olmalı.Küçük şeyleri problem yapan insanlardan olmamalı ve yapanlardan nefret etmeli.Ben pek oynamayı sevmem ama Okey oynamayı sevecek.Sabah kalktığında Nutella yemeye bayılacak bir kız.İnternet oyunlarına düşkün olacak.Özellikle Temple Run yada Survival Run oynayacak.
Dondurmanın en kralını yemeli,Magnum mesela,bağımlısı olmalı onun.Babasına düşkün olmalı,babasını mutlu görmek onu mutlu etmelidir.Ben böyle birisini tanıyorum galiba.Galiba mı?Bal gibi tanıyorsun işte.Niye çırpınıyorsun ki bu kadar?Niye için içini yediği halde itiraf edemiyorsun ki hala bir şeyler hissettiğini?Buraya yazılan yazılardan kimsenin haberi olmadığını bildiğin halde,niye çekiniyorsun ad vermeye,haykırmaya?Ne yaparsan yaptığın halde,aklından çıkaramadığın niye yazmıyorsun?Niye bu çekingenlik Onur?Ayıp değildir sevmek,karşılık bulamasan bile.O bilmese de olur,sen sadece sevmekten vazgeçme.Reddedilmek,sevmekten istifa etmek anlamına gelmez.Aşkta kedi gibi olacaksın;kim nasıl aşktan kovarsa kovsun sen tekrar gelip deneyeceksin,aynı kişi olsa bile.Sana bir şey söyleyeyim mi Onur?Sen hiç mücadele etmedin.Sadece istedin,ama çabalamadan.Sus!Konuşma.Öyle gidip konuşmakla,hediye almak olmaz bu işler.Seni tanımıyor bile daha,tanımadığı birisini nasıl sevebilir ki insan?Sen hemen vazgeçtin,çektin elini ayağını aşktan.Oysa,aşk emek ister.Olmadı Onur?İlk defa ''seni seviyorum'' dediğin birisinin,o özel insanın kıymetini bilemedin.''Hala bir şansım var mıdır acaba''diye düşünme.Zaten bu kadar düşündüğün yeter.Git kendi şansını kendin yarat.İlk adımı sen at.Ama her şeyden önce ilk kendine itiraf et.Yaz buraya adını,söyle istediğini,dök için.Sonra,sonra ne yapacağını biliyorsun zaten.Hadi,yarın yazmaya çekindiğin ismi yaz buraya.Ya şimdi,yada hiçbir zaman...