31 Ekim 2012 Çarşamba
Sıkıntıydı Sadece...
Aşık olmayı denedim,hemde bir kez değil iki kez.İnanın bana korkunç acılar çektim.
Ruhumun derinliklerinde,çektiğim acı ile alay eden bir ses işittiğim halde acı çekmeye
devam eder,üstelik deli dolu aşıkmışım gibi kıskançlık krizleri geçirirdim.
Bunların hepsinin sebebi can sıkıntıydı,emin olun can sıkıntısı...
30 Ekim 2012 Salı
Aşk,Geçip Gidiyor...
Bir kadın bakıyor pencereden.
Mutsuz.
Bir adam geçiyor karşı kaldırımdan.
Umutsuz.
Aşk,tam ortada duruyor.
Adam bakıyor.
Kadın ağlıyor.
Aşk,geçip gidiyor...
29 Ekim 2012 Pazartesi
Yaşasın Cumhuriyet...
![]() |
Atatürk'ün Cumhuriyetin 10.yılı kutlamaları sırasında çekilen fotoğrafı. |
Mustafa Kemal Paşa,daha Erzurum Kongresi sırasında,zaferden sonra hükümet şeklinin cumhuriyet olacağını söylemişti.23 Nisan 1920'den beri Türkiye'yi idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti,milli egemenlik esasına dayanıyordu.Bu,adı konulmamış bir cumhuriyet yönetimiydi.20 Ocak 1921 tarihli anayasada ''Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir'' deniliyordu.
Bu,yeni rejimin ilan edilmemiş bir cumhuriyet olduğunu gösteriyordur.Cumhuriyetin ilanın önündeki en büyük engel saltanattı.1 Kasım 1922'de saltanatın kaldırılmasıyla bu engel aşıldı.
Milli Mücadele'nin zaferle sonuçlanmasında tarihi görev yapan birinci dönem TBMM üyeleri,yeni seçim kararı alarak dağıldı(1 Nisan 1923).Yeni seçimlerin yapılmasından sonra TBMM ikinci dönem çalışmalarına başladı.Yeni kurulan meclis,Lozan Barış Antlaşmasını onayladı.Böylece milli bağımsızlık tam olarak gerçekleşmiş oldu.
23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığı sırada yeni Türk devletinin adı henüz konulmamıştı.Hükümet,Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti adını taşıyor,meclis başkanı hükümet başkanlığı da yapıyordu.Bu sistem içinde devlet başkanlığı boş görünüyordu.Şimdi,
yürürlükte olan siyasi rejime uygun devlet şeklini bulmak zorunlu hale gelmişti.Milli Mücadele Dönemindeki,olağanüstü şartların bir ürünü olan meclis hükümeti sistemi de artık işlemez olmuştu.Bu sistemde,Bakanlar Kurulunun her üyesi için ayrı ayrı oylama yapılırdı.Bu durum ise hükümet kurulmasını zorlaştırıyordu.
25 Ekim 1923'de hükümetin istifasıyla bir bunalım ortaya çıktı.Bu olay Mustafa Kemal Paşaya,cumhuriyeti ilan etmek için beklediği fırsatı verdi.28 Ekim 1923 akşamına kadar hükümetin kurulamaması üzerine,Mustafa Kemal Paşa,Çankaya Köşkü'nde arkadaşlarına ''Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz.''diyerek fikrini açıkladı.O gece İsmet Paşa ile birlikte 1921 Anayasası'nın bazı maddelerini değiştiren kanun tasarısını hazırladı.''Türkiye Devleti'nin hükümet şekli cumhuriyettir.'' hükmünün yer aldığı tasarı üzerinde TBMM'de yapılan konuşmalardan sonra cumhuriyetin ilanı kabul edildi.''Yaşasın cumhuriyet''sesleri arasında alkışlarla cumhuriyet ilan edildi (29 Ekim 1923)
Bundan sonra cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi.Yapılan gizli oylamada 158 miletvekilinin tamamının oyunu alan Gazi Mustafa Kemal Paşa,TBMM tarafından yeni Türk devletinin ilk cumhurbaşkanı seçildi.Bunun üzerine kürsüye gelen Mustafa Kemal,yaptığı konuşmasını ''Türkiye Cumhuriyeti mesut,başarılı ve muzaffer olacaktır.'' sözü ile bitirdi.Böylece devletin adı ve rejimiyle ilgili tartışmalara son verildi.Devlet Başkanlığı konusu çözüme kavuştu. Hükümetin kurulma şekli yeniden düzenlendi.Buna göre;cumhurbaşkanı başbakanı atayacak,başbakan da bakanlarını seçip cumhurbaşkanın onayına sunacaktı.Bu uygulamayla,meclis hükümeti sistemi yerine parlamenter rejimine geçmiş oldu.İlk hükümet kurmakla İsmet Paşa görevlendirilmişti.
Böylece Türk Milletinin tarihinde yeni bir devrim açılıyordu... Ne Mutlu Türküm diyene...
28 Ekim 2012 Pazar
Sevgi...
Yaşlı bir Zen rahibi hakkında bir hikaye duydum:
Ölüm döşeğindeymiş.Son günü gelmiş ve o akşam artık öleceğini ilan etmiş.O yüzden müritleri,havarileri ve arkadaşları gelmeye başlamış.Onu seven çok insan varmış ve hepsi gelmek istiyormuş.Çok uzaklarda olanlar bile gelmiş.En eski müritlerden biri ustasının ölmek üzere olduğunu duyunca hemen pazara koşmuş.Biri sormuş:''Usta kulübesinde ölüyor,sen neden pazara gidiyorsun?''Eski mürit yanıtlamış:''Ustamın özel bir çeşit pastayı çok sevdiğini biliyorum.Gidip ona o pastadan alacağım.''
Pastayı bulmak hiç kolay olmamış ama akşam üstü bir şekilde bulmuş ve elinde pastayla kulübeye koşmuş.Kulübede herkes endişeliymiş.Sanki Usta birini bekliyor gibiymiş.Gözlerini açıp etrafı taradıktan sonra tekrar kapatıyormuş.Mürit,kulübeye gelince hemen sormuş: ''Tamam,sonunda geldin.Pasta nerede?''Mürit pastayı çıkartmış.Usta pastayı sorduğu içinde çok mutlu olmuş.Ölmek üzere olan usta pastayı eline almış...ancak eli titremiyormuş.Çok yaşlı olmasına rağmen elleri titremiyormuş.O yüzden biri sormuş: ''Bu kadar yaşlısın ve ölmek üzeresin.Yakında son nefesini vereceksin ama ellerin bile titremiyor.''Usta yanıtlamış:''ben asla titremem çünkü korkum yok.Bedenim yaşlanmış olabilir ama ben hala gencim ve bedenim geride kaldıktan sonra bile genç olarak kalacağım.''Sonra pastadan bir lokma alıp çiğnemeye başlamış.O sırada biri sormuş: ''Son sözün ne olacak,Usta?Yakında aramızdan ayrılacaksın.Neyi hatırlamamızı istersin?'' Usta gülümsemiş: ''Ah,bu pasta çok lezzetli.''Şu anda,burada yaşayan adam budur:Bu pasta çok lezzetli.Ölüm bile önemsiz.Bir sonraki an anlamsız.Bu anda,bu pasta çok lezzetli.Eğer bu anın içinde olabiliyorsan, şimdiyi bu an içinde her şeyiyle yaşayabiliyorsan ancak o zaman sevebilirsin.
Sevgi nadiren açan bir çiçektir.Sadece arada bir gerçekleşir.Milyonlarca insan sevgili oldukları yanlış inancına kapılmışlardır.Onlar sevdiklerine inanıyor ancak bu yalnızca onların inancı.Sevgi nadiren açan bir çiçektir.Arada bir olur.Nadirdir çünkü ancak korkunun olmadığında gerçekleşebilir,daha önce değil.Yani gerçek sevgi ancak derin ruhsallığa sahip birinin başına gelebilir.Seks herkes için mümkündür.Tanışlık herkes için mümkündür.Sevgi değil.Korkmadığın zaman saklayacak bir şeyin yoktur;ancak o zaman bütün sınırları kaldırıp açık bir insan olabilirsin.Ancak o zaman bir başka insanı kendi gönlünün derinliklerine ulaşması için davet edebilirsin.Ve unutma;eğer birinin gönlünün derinliklerine girmesine izin verirsen,o biri de senin kendi gönlünün derinliklerine girmene izi verecektir.Güven yaratılmıştır.Sen korkmadığın zaman diğeri de korkusuz olur.
Senin sevginde her zaman korku vardır.Koca karısından korkar,kadın kocasından korkar.Sevgililer sürekli korkar.O zaman yaşanan sevgi olmaz.Yaşananlar sadece birbirine dayanan iki korku dolu insanın arasında yapılmış olan bir düzenlemedir.Kavga,sömürü,manipülasyon,kontrol,hükmetmek,sahiplenmek vardır ama bu sevgi değildir.Eğer sevginin oluşmasına izin verirsen duaya ihtiyaç kalmaz,meditasyona ihtiyaç kalmaz.
Eğer sevebiliyorsan,Tanrı'yı tamamen unutabilirsin..Çünkü sevgi sayesinde her şeyi yaşamış olacaksın:meditasyonu,duayı,Tanrı'yı.İsa,''Sevgi Tanrı'dır'' derken bunu kastediyor.Ancak sevgi zordur.Korkunun geride bırakılması gerekir.İşin garip tarafı da bu;kaybedecek hiçbir şeyin olmamasına rağmen korkuyor olman.Kabir isimli mistik bir yerde şöyle söylenmiştir:''İnsanlara bakıyorum.Çok korkuyorlar,nedenini anlamıyorum çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri yok.Onlarınki,tıpkı çıplak olmasına rağmen elbiselerini nerede kurutacağını bilemediği için nehirde yıkanmaktan korkan birisinin durumuna benziyor.''Senin de durumun bu; çıplaksın,hiç elbisen yok ama sürekli elbiseler için endişeleniyorsun.Kaybedecek neyin var?Hiçbir şey.Ölüm bu bedenini elinden alacak;ölüm onu almadan önce,onu sevgiye ver.Her şeyin elinden alınacak;alınmadan önce neden onları paylaşmıyorsun?Ona sahip olmanın tek yolu bu.Eğer paylaşıp verebiliyorsan,efendi sensin.Zaten elinden alınacak;hiçbir şeyi sonsuza dek elinde tutamazsın.Ölüm her şeyi çok edecektir.
Eğer beni doğru anladıysan mücadelenin ölümle sevgi arasında olduğunu anlarsın.Eğer verebiliyorsan bir ölüm olmayacak.Senden bir şey alınmadan önce sen onu çoktan vermiş,onu hediye etmiş olacaksın.O zaman ölüm olmaz.Seven birisi için ölüm söz konusu değildir.Sevmeyen biri için her an ölüm demektir çünkü sürekli ondan bir şeyler kopartılmaktadır.Bedeni kayboluyor,her anı kaybediyor.Ve sonra bir de ölüm gelecek ve her şey yok olacak.Neden korkuyorsun?Neden bu kadar korkuyorsun?Hakkındaki her şey biliniyor olsa bile,açık bir kitap olsan bile neden korkuyorsun?Sana nasıl zarar verebilirler?Bunlar sahte kavramlardır,toplumun neden olduğu şartlandırmalardır.Toplum her şeyi gizlemen gerektiği,kendini korumak zorunda olduğunu,sürekli mücadele içinde olman gerektiğini,herkesin düşmanın olduğunu ve herkesin sana karşı olduğunu söyleyip durur.Hiç kimse sana karşı değil.Birinin sana karşı olduğunu hissetsen bile,o bile,sana karşı değildir.Çünkü herkes kendisiyle ilgilenmektedir,seninle değil.Korkacak hiçbir şey yok.Bu konu üzerinde bir düşün.Sonra başkalarının sana nüfuz etmesine izin ver,onlar içeri davet et.Hiçbir yerde bir engel yaratma.Bir koridor ol;her zaman açık,kilitsiz ve kapısız ol.Üzerinde kapalı bir kapı olmasın.O zaman sevgi mümkün olabilir.
Sevgi olduğu zaman;iki gönül buluşup,kaynaşıp,bütünleştiği zaman yeni simyasal nitelik doğar ve tatmin oluşur.Sanki tüm varoluş durmuş gibidir,hareketsiz.O zaman yaşanan an,varolan tek an olur.İşte o zaman ''Bu pasta çok lezzetli'' dersin.Sevgiyi yaşayan bir insan için ölüm bile herhangi bir şey ifade etmez...
25 Ekim 2012 Perşembe
Bugün Bayram...
Bugün,özel bir gün;kurban bayramı.Öncelikle herkesin bayramı mübarek ola.Sabah,tıklım tıklım camilerde namazlar kılındı,(tabi bayram namazı senede iki defa kılındığı için şaşırmalar olabiliyor.Özellikle,üç kere tekbir getirip elleri serbest bırakmada sorun yaşanıyor.Bizzat bendeniz bu konuda takıldım namazda.Bitene kadar ağabeyimi izledim desem yeridir.Hatta o kadar şüpheye düştüm ki,selam verirken bile hata yapmamak için yandaki dayıya baktım.Neyse,devam ediyorum)evdeki meleğim;annem,bizleri güler yüz ve gül suyu eşliğinde verilen birbirinden leziz lokumla karşıladı.Eller öpüldü,küçüklere harçlıklar verildi,(büyüdüğüme üzüldüğüm tek günlerdir bayramlar)ardından güzelce yapılan bayram kahvaltısı ve keyif kahvesi.Sonra kollar sıvandı,bıçaklar bilendi,kurbanın kanı Allah'ın rızası için akıtıldı.Kesim işi bittikten sonra sıra,bayramın asıl amacı olan paylaşıma gelir.Sokakta ne kadar çoluk çocuk varsa toplar eve getiririm.Bizde yıllardır böyle işler kurbanın ilk günü.Ev,tıklım tıklım olur.Hepsi güzelce karınlarını doyurur.İnanın,onları yerken izleminin zevkini hiçbir şeyde alamam.Ağız şapırtılarının sesi bile bir hoş gelir insana.Çünkü bunlar mutluluğun sesidir,paylaşmanın sesidir,bayramın sesidir.Çocuklar,karınlarını doyurduktan sonra,babam hepsine el öpülmesi koşuluyla bayram harçlıklarını ve şekerlerini verir.Annem'de yanaklarına öpücük kondurup yolcu eder.Akraba ziyaretleri başlar ardından.Büyükler,daha çok sitem eder bu ziyaretlerde;''bayramda olmasa yüzünü göremeyeceğiz''gibisinden.''Bir yüz görümlülüğü versenize hafızlar''demek gelir içimden.Ama ''eşek kadar oldun''gibi benzetmelerle büyüdüğün ve harçlık alma yaşını geçeli çok olduğun acı bir şeklide hatırlatılır.Oturulur,konuşulur,hasret giderilir,veda edip gidilir.Günün sonunda bir yorgunluk çöker üzerinize;ama çok tatlıdır kendileri.Sonra güzel bir film izleyerek uykuya dalınır.Kurban bayramının ilk günü bende böyledir işte...
24 Ekim 2012 Çarşamba
Senin İçin Yasak Dediler...
Senin için yasak dediler...
-Yasaklar çiğnenmek içindir dedim.
Senin için imkansız dediler...
-Önemli olan imkansızı başarmak dedim.
Senin için olmaz dediler...
-Dünya da olmayacak şey yok dedim.
Senin için zor dediler...
-Kolay olsaydı değeri olmazdı dedim.
Onda bulduğun nedir dediler...
-Herkeste arayıp bulamadığım dedim.
Senin için o ne dediler...
-Hayattaki gülen yüzüm dedim.
Ona öyle nasıl bağlandın dediler...
-Ben değil o ''bağladı''dedim.
Oda senin gibi sevdi mi dediler...
İşte cevap veremediğim tek şey buydu.
Eğer bunu bilmiyorsan vazgeç dediler...
-''Vazgeçecek olsaydım sevmezdim''dedim...
23 Ekim 2012 Salı
Farkında mıyız?
Ne kadar tanıyoruz kendimizi?
Kim bilir,ne dağlar ne kaleler fethettik?
Kim bilir,kimleri seviyoruz yada kimler tarafından seviliyoruz?
Kim bilir,belkide ne kadar yanlışız kimilerine göre?
Kim bilir,bilmeden,görmeden,anlamadan kırdığımız niceleri var?
...
Kim bilir,ne kadar da hatalıyız bazen?
Kim bilir,ne kadar da farkında değiliz bunun?
Kim bilir,kaç kişi göstermek istedi bize doğru olanı?
Kim bilir,ne denli ahkamlar kestik konuşmayı bile haketmediğimiz ortamlarda?
Kim bilir,kaç canlar yaktık farkında bile olmadan?
Kim bilir,ne umutlar yitti bizden haber alamadan?
...
Kim bilir,kaç kişinin son nefesinde ismimiz hecelendi ya da akıllara geldik?
Kim bilir,kaç defa haklı olduğumuzu düşündüğümüzde o kadar da haksızdık aslında?
Kim bilir,kaç kişiyi yanlış anladık?
Kim bilir,kaç kişi tarafından yanlış anlaşıldık?
...
Kim bilir, ne kadarda yalandık bazen?
Kim bilir,ne kadar da umursamadık hayatı?
Kim bilir,kimler geçip gitti de hayatımızdan farkına bile varamadık?
...
Kim bilir,ne zaman hiç sormadık sorulması en çok gereken soruyu?
Kim bilir,ne zaman en çok korktuk bu soruya cevap almaktan?
Kim bilir,kimler sevdi bizi de göremedik?
Kim bilir,kimleri unuttuk?
Kim bilir,kimler unuttu bizi de?
...
Kim bilir,nice gözyaşları üzerimize damladı biz yağmur sandıkta açtık şemsiyemizi?
Kim bilir,neleri niceleri unuttuk da üzdük çevremizdekileri?
Kim bilir,ne kadar yanlış yoldaydık aslında?
Kim bilir,ne kadarda zalimdik bazen bazılarına ama farkında bile değildik?
...
Kim bilir,ne yapraklar düşmeden kurudu dalında ve biz bilemedik?
...
Kim bilir,ne kalpler kırdık?
Bugünlük bu kadar benden...
21 Ekim 2012 Pazar
Üç Kötü Şey Üzerine Bir Rüya
Bugün rüyamda,sabaha karşı gördüğüm son rüyada;bir dağın yamacında duruyordum.Dünyanın ötesinde;elimde bir terazi vardı ve dünyayı tartıyordum.Zamanı olan ölçebilir,iyi tartmasını bilen için tartılabilir,kuvvetli kanatları olanlar için uçularak dolanılabilir:böyle buldu rüyam dünyayı.
Rüyam,cesur bir yelkenci,yarı gemi,yarı fırtınalı,kelebekler gibi suskun,şahinler kadar sabırsız:nasıl da sabır ve zaman bulabildi bugün dünyayı tartmaya!Ne kadar da kendinden emin bakıyordu rüyam bu sonlu dünyaya,yeninin ya da eskinin tutkunu olmaksızın,korkmaksızın,
dilekte bulunmaksızın.Sanki olgun bir elma,serin-yumuşak,kadife kabuklu bir altın elma kendini ellerime teslim ediyormuşçasına;böyle açılıyordu dünya önümde.Sanki bir ağaç el sallıyordu bana,dalları geniş,istenci geniş,hem yaslanılması hem de yoldan yorgun düşenin ayağını dinlendirmesi için bükülmüş bir ağaç:böyle duruyordu dünya benim yamacımda.İnsanın sevgisini ürkütüp kaçıracak kadar bilmece değil,insanın bilgeliğini uyuşturacak kadar da çözüm değil;insanca ve iyi bir şeydi bugün benim için ardından bunca kötü söz edilen dünya.Ne kadar büyük şükran duyuyorum sabah rüyama,bugün erkenden dünyayı tartabildiğim için.Bu rüya ve yürek tesellisi,bana insanca ve iyi bir şey olarak geldi.Ve gündüz vakti onun gibi yapıp,en iyi yanlarını öğrenmek istediğimden,şimdi en kötü üç şeyi teraziye koyacağım ve insan açısında iyi tartacağım.Kutsamayı öğreten lanet etmeyi de öğretmişti;hangileridir dünyada en çok lanet edilen üç şey?Bunları koymak istiyorum teraziye.Şehvet,iktidar tutkusu,bencillik:bu üçü oldu şimdiye kadar en okkalı biçimde lanet edilen ve türlü iftiralara uğratılan.Ve şimdi ben bu üçünü insani açıdan iyi tartmak istiyorum.Şimdi terazi dengede ve hareketsiz durmakta.Bir kefeye üç ağır soru yerleştirdim,öteki kefe ise üç ağır yanıt taşımakta...
20 Ekim 2012 Cumartesi
İn-san-lar...
18 Ekim 2012 Perşembe
Sıradan Bir Perşembe
''Temmuz Ağustos Eylül her mevsimde durma gül
Hayat inan çok kısa belki çıkmayız yaza
Boşvermişim Boşvermişim dünyaya ben boşvermişim
Ağlamak istemiyorsan sen de boşver dünyaya
Aldatırla aç gözünü unut artık geçmiş günü
Her akşam ayrı güzelle sende geçir her gününü
Boşvermişim Boşvermişim dünyaya ben boşvermişim
Vallahi aldırmıyorum elalem ne söylermiş...''
17 Ekim 2012 Çarşamba
Platonik Bir Aşkın Yazıları Kanımca
Bugün de gördüm tramvayda o kızı!Yine bir yavru kedi edası ile koltuğuna oturmuş,yeşilin çevrelediği mavi gözleriyle pencereden dışarıyı seyrediyordu.Yine yanındaki koltuk boştu ve yine gözleriyle çağırıyor gibiydi.Üzerinde,birkaç yeri lekeli okul üniforması vardı.Boyununda gümüş rengi bir kolye,suratında gamze asılıydı.Uzun kirpikleri altında ışıyan,munis,masumane bir çift göz.Ürkek bir ceylan yavrusu gibi çelimsiz,paha biçilemez bir anıt kadar asil ve güçlü.Oradaydı işte!Her zaman ki gibi gidip yanına oturdum usulca.Her zaman ki gibi derken iki haftadır olduğunu belirteyim.Bu süre zarfından aynı koltuklarda yolculuk ettik hep.Tesadüfün böylesi değil mi?Ama bugün ilk kez tesadüften daha öte bir şey olduğuna kanaat getirdim.Adını koyamadım ama tesadüf olmadığına eminim.Yanındaydım yine,bir karış kadar berisinde.Kaçamak bakışları bilirsiniz.Bakışlarda korku olur,birbirimize sezdirmemek için çabalayış.Uzun bir aradan sonra bu heyecanı yaşadım bugün.İkimizin de dilinin ucundaydı sözcükler,bir nefes kadar yakındı sohbet etmemiz.İlk adımı beklerken sabırla birbirimizden,okul çantasının açık kalmış bölümünden bir şey fark ettim;Bir kitap.Üstelik benim okumaya doyamadığım favori kitaplardan birisi;Monte Kristo Kontu.Bir sevinç kapladı ki içimi sorma.Nasıl konuşmaya başlayacağımı,konuya nereden gireceğimi bulmuştum işte.O an kutsallaştı o kitap gözümde.Amerikan filmlerindeki gibi bir havalı giriş yapayım dedim kendimce,ama saçmaladım.
''Kitabı okuyor musun''diye sordum.Böyle rezilce bir giriş olabilir mi yahu.Kitabı gezdirmeye çıkarmış değil ya,tabii ki okuyor,rezil adam seni.Yüzünü dönerek''Bana mı seslendin''dedi.Gözlerini hiç bu kadar yakından görmemiştim.''Senin gözlerin hep böyle çocuksu mu bakar?'' demek geldiyse de içimden tuttum kendimi.Sonra kitap hakkında konuştuk biraz.Severek okuduğunu söyledi.Tek tek her sahnesini anlattı desem yeridir.Ezberlemiş kitabı neredeyse.Sonunu çok merak ettiğini söyleyince bir adilik yapıp söyleyiverdim finali.Bozuldu tabi biraz.Suratı büzüştü,şekeri elinden alınmış çocuklar gibi huysuzlaştı.Ama gözleri hala çocuksu bakıyor ve gülümsüyordu.Uzun uzun konuştuk,ben anlattım o dinledi,o anlattı ben dinledim.
Muhabbetin en başında yapmamız gereken tanışma faslını o gitmeden bir durak önce yaptık,finalde yani.İsminin İrem olduğunu öğrendim.Sonra veda etti ve gitti.Telefon numarasını bilerek istemedim,gereği de yok.Bir daha karşılaşır mıyız bilmem.Ama aşk tesadüfleri sever...
16 Ekim 2012 Salı
Zihnimize,düşüncelerimize her an yabancılaşabiliyoruz!
Eski bir hikaye vardır...Memleketinden gitmiş olan bir adam geri gelir ve evinin yandığını görür.Bu şehirdeki en güzel evlerden biriydi ve adam evi çok seviyordu.Pek çok insan eve iki kat fiyat vermeye hazırdı,fakat adam hiçbir fiyatı kabul etmemişti ve şimdi ev gözlerinin önünde yanıyordu.Binlerce kişi toplanmıştı,ama hiçbir şey yapamıyordu.Yangın o kadar ilerlemişti ki söndürülse bile hiçbir şey kurtarılamazdı.Oğlu koşarak geldi ve kulağına bir şey fısıldadı,''Kaygılanma.Evi dün sattım ve çok iyi bir fiyata-üç katına.Teklif o kadar iyiydi ki seni bekleyemedim.Affet beni.''Fakat babası şöyle dedi: ''Eğer onu fiyatının üç katına sattın ise iyi.''.O zaman baba da diğer insanlar gibi izleyici oldu.Bir dakika önce izleyici değildir,özdeşleşmiştir.Ev aynı ev,yangın aynı yangındır,fakat şimdi adam ilgilenmiyor.Tıpkı başkalarının eğlendiği gibi o da eğleniyor.Sonra koşarak öteki oğlu gelir ve babasına şöyle der: ''Ne yapıyorsun?Gülümsüyorsun ve ev yanıyor''babası''Bilmiyor musun''der''Kardeşin onu satmış''.Oğlu der ki: ''Satmaktan bahsetti,fakat daha hiçbir şey yapılmadı ve adam artık evi almayacak.''Ve yine her şey değişir.Gözyaşları yeniden adamın gözlerine dolar,artık gülümsemez,kalbi hızla atar.İzleyici gitmiş,yeniden özdeşleşmiştir.Ve sonra üçüncü oğlu gelir ve şöyle der: ''Bu adam sözünün eridir;şimdi ondan geliyorum''.''Evin yanıp yanmaması önemli değil.O benim ve anlaşmış olduğumuz fiyatı ödeyeceğim.Ne siz ne de ben evin yanacağını bilmiyorduk''dedi.Adam yine bir gözlemci olmuştu.Artık özdeşleşmiş değildi.Gerçekte hiçbir şey değişmez,sadece''Evin sahibi benim,ben evle bir şekilde özdeşim''düşüncesidir tüm farkı yaratan.Hemen ardından şöyle hisseder,''Ben özdeşleşmiyorum:Başka biri aldı evi,benim onunla bir ilgim yok.Ev yanarsa yansın.''Zihni gözleminin basit yöntemi budur:işte onunla bir ilginiz yoktur...Zihnimizin düşüncelerinin çoğu bizim değil,ebeveynlerimizin,öğretmenlerimizin,arkadaşlarımızın,kitapların,
sinemaların,televizyonun,gazetelerin düşünceleridir.Sadece ne kadar düşüncenin kendimizin olduğunu sayalım ve tek bir düşüncenin bile bizim olmadığını görünce eminim ki şaşıracaksınız. Hepsi de başka kaynaklardan gelir,hepsi de ödünç alınmıştır.Ya başkaları bizim üstümüze atmıştır bunları ya da aptal gibi biz bunu kendi üzerimize almışızdır.Fakat hiçbiri bizim değil...
14 Ekim 2012 Pazar
Hayatı Önemsemezsen O Da Seni Önemsemez
Eminim ki son zamanlarda birçok yerde ve birçok kişinin ağzından''kendini sev'' ya da ''kendinle barışık ol'' laflarını duymuşsunuzdur.Birileri ''kendini sev'' dedi diye becerebilir miyiz bunu acaba?Bence tek bir yolu var,o da duygularımıza kulak vermek,sezgilerimize ve aklımıza güvenmek.Kendi iç sesimiz bazen bize ne kadar cesur,ne kadar özgür ve ne kadar insan olduğumuzu haykırır.Hayatımız ve ilişkilerimiz yaşam kalitemizi belirliyor.Yaşam kalitesi denildiğinde ise,ilkeler ve özgüven akla ilk gelenlerden.Özgüven;bir duruş,bir ayakta olma hali kanımca.Dışarıdan gelen olumsuz etkilere,zor durumlara karşı direnebilmek,kişiliği ve hayatı devam ettirebilmek ve aynı zamanda olumlu durumlarda şımarmadan,zarif bir şekilde başarının tadını çıkarmaktır.Başı belli ama sonu belli olmayan ve bir ikincisi garanti edilmemiş,adına hayat dediğimiz bu yolda birçok şey yaşıyoruz ve belki de en çok kendimiz şaşırıyoruz bu inişli çıkışlı duruma.Ergenlik derken aniden yetişkin insanlar oluveriyoruz.Hayata dair hazırlıklarımızı tamamlamamışken ''Hadi''diyorlar,''Üstlen bakalım sorumlulukları''.İlişkimizde ve aynı zamanda ailelerimize karşı belli rolleri üstlenmemiz,toplumun istediği başarı kriterlerini uymamız isteniyor.Bu kriterlerin bizim kriterlerimiz olup olmadığı sorgulanmadan koşmaya,terlemeye ve tükenmeye başlıyoruz.İçimize sindiremediğimiz bazı alanlarda ve gerçekten isteyerek yapmadığımız bazı işlerde aksamalar nedeniyle oldukça ciddi özgüven krizleri yaşıyoruz.Kendimizi çaresiz,zavallı ve işe yaramaz hissediyoruz.Aslında hangi durumlarda kendimizi daha iyi,daha güvenli hissettiğimizi bilmek çok önemli çünkü bize ayakta kalabilmek,yaşamı sıkı sıkı tutabilmek adına güç veren en önemli etken.Bir şeyi iyi yaptığımızda ve bunu tekrarladığımızda yeni bir duruma kendimizden emin bir şekilde yaklaşırız.Özgüven,kanıtlanmış bir yetkinliğe bağlı olarak,''ben bunu yapabilirim''hissini taşımak değil midir aynı zamanda?Çünkü özgüveni en fazla destekleyen şey kişinin kendi kendine ''Aferin,sana da bu yakışır''demesi ve kendisini sevebilme yeteneğidir.Eminim ki son zamanlarda birçok yerde ve birçok kişinin ağzından ''kendini sev''ya da ''kendinle barışık ol''laflarını duymuşsunuzdur.Tekrar soruyorum,nasıl olacak bu?Bence tek bir yolu var,o da duygularımıza kulak vermekten,sezgilerimize ve aklımıza güvenmekten geçiyor.Aslında cevaplar bizde var.Kendi iç sesimiz bazen bize ne kadar cesur,ne kadar özgür ve ne kadar insan olduğumuz haykırır.Bu anlar doğru anlardır.Bedelini ödemek adını doğru bildiğimizi yapmışızdır.Ama bu sesi bastırmaya çalışan başka bir sürü ses vardır.Bazıları destek,bazıları ise köstek olmaya çalışan.Hepsini dinleyin,önemseyin ama ne olur kendi sesimizin bastırılmasına izin vermeyin.Çünkü o olmasa siz,siz olmazsınız.İnişler çıkışlar ve işte hayat.Zaman zaman ayağımız kayabilir ve düşebiliriz.Ama kalkmayı öğrenmişsek mesele hallolmuş demektir.
Herkese iyilikler diliyorum.Dilemesi benden,yaşaması...
12 Ekim 2012 Cuma
İç Sesimizin Varlığı...
Bir çocuk sürekli kafasını kaşıyormuş.Bir gün babası ona bakıp''Oğlum,neden sürekli kafanı kaşıyorsun?''diye sormuş.Çocuk yanıtlamış:''Hmm,galiba onun kaşındığını benden başka bilen yok.''Bu,iç sestir.Sadece sen biliyorsun.Başka birinin bilmesi mümkün değil.Dışarıdan gözlemlenemez.Başın ağrıdığı zaman sadece sen bilirsin,ispat edemezsin.Mutlu olduğun zaman sadece sen bilirsin,ispat edemezsin.Onu bir masanın üzerine koyup başkalarının denetimi ya da incelemesine açman mümkün değil.Hatta,iç ses o kadar derindedir ki,sen bile onun var olduğunu ispat edemezsin.O bir nesne değil,bir cisim değil;başkalarının önüne koyamazsın.İç sesin gerçekçiliği vardır.Ancak bilimsel şartlanma nedeniyle insanlar kendi iç seslerine güvenlerini kaybetmiştir.Başkalarına bağımlıdırlar.Başkalarına o kadar bağımlıyız ki,eğer ''ne kadar mutlu görünüyorsun!''derse birisi,kendimizi mutlu hissetmeye başlıyoruz.Eğer yirmi kişi bizi mutsuz etmeye karar verirse,seni mutsuz edebilirler.Bütün bir gün aynı şeyi söylemeleri yeter.Ne zaman onlardan birisiyle karşılaşsan,sana ''Çok mutsuz,çok üzgün görünüyorsun.Sorun nedir?Yoksa biri mi öldü?''deseler,hemen şüphelenmeye başlarız:eğer bu kadar insan mutsuz olduğunu söylüyorsa,öyle olmalısın.Başka insanların düşüncelerine bağımlıyız.Başka insanların fikirlerine o kadar bağımlıyız ki,kendi iç sesimizle bağlantımızı kaybettik.İç sesimizi yeni baştan keşfetmemiz gerekiyor.Çünkü güzel olan her şeyi,iyi olan,kutsal olan her şey ancak içsel olarak hissedilebilir.
İnsanların fikirlerinden etkilenmeyi bırak.Bunun yerine içine dön;iç sesinin sana bir şeyler söylemesine engel olma.Ona güven.Eğer ona güvenirsen,gelişecektir.Eğer ona güvenir ve onu beslersen,daha güçlü olacaktır.Kimsenin söylediğine bağımlı kalmayın;benden söylemesi...
İnsanların fikirlerinden etkilenmeyi bırak.Bunun yerine içine dön;iç sesinin sana bir şeyler söylemesine engel olma.Ona güven.Eğer ona güvenirsen,gelişecektir.Eğer ona güvenir ve onu beslersen,daha güçlü olacaktır.Kimsenin söylediğine bağımlı kalmayın;benden söylemesi...
10 Ekim 2012 Çarşamba
Sömürgeci ve Monoton Hayatın İnsanları...
Bir Haziran sabahı,bir adam Washington DC'de bir metro istasyonunda,kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar.Bu süre içinde,çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip gider.Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra,ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip,yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika sonra alır.Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak,hızla geçer,gider.Birkaç dakika sonra,bir başka adam duraklayıp,eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur.Annesinin çekiştirmelerini rağmen,çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar.En sonunda annesi daha hızlı çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar.Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak,çaresizce annesinin peşinde gider.Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne,babaları tarafından yürümeye devam etmek için zorlanarak uzaklaştırılırlar.Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi,çok kısa bir süre durur.20 kişi duraklamadan,yürümeye devam ederek para verir.Kemancı çaldığı süre boyunca 32 dolar toplar.
Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez,alkışlamaz.Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3.5 milyon dolarlık kemanla,yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz.Oysa Joshua Bell'in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston'da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı.
Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell'in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması,Washington Post gazetesi tarafında algılama,keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır.Sorgulanan şeyler;sıradan bir yerde,uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz?Durup ondan keyif alıyor muyuz?Beklenmedik bir ortamda,bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?İdi...
Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise,Dünyanın en iyi müzisyeni,Dünyadaki en iyi müziği çalarken,önünde durup,dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa,başka neleri kaçırıyoruz acaba?
8 Ekim 2012 Pazartesi
Bir Daha Bana Benzeme Angel
Yağmura çok teşekkür ederim
Bu gece yalnızca cesedime yağdı
Bana bir şey olursa diye korktum
Seni birkaç saniye düşünürsem;
Düşünürken üşürsem diye korktum
Oturup siyah portakallar yedim
Oturup korkunç kitaplar okudum
İçimde bir sıkıntı gibi cinayet
İçimde bir sığıntı gibi telaş
İçimde felaket gibi bir merak
Hislerimin uzağına düştüm,şimdi çok üzgünüm
Şimdi çocukluğumun uzağına da düştüm
Daha da düşersem diye korktum
Seni birkaç saniye düşünürsem;
Ay kıvrılırsa diye
Kan kıvranırsa diye
Can sıçrarsa ölürken bir yerlere,
Daha da ölürsem diye korktum
Seni birkaç saniye düşünürsem;
Sessem,sersem bir heceysem eğer
Seni bir kelime edersem diye korktum
Seni kötü bir cümlede kullanırsam
Adını söylerken takılırsam,yanlış telaffuz edersem
Böyle bir günah işlersem
Tanrı affeder diye korktum
Yağmura çok teşekkür ederim
Bu gece yalnızca bu şiire yağdı
Sağ ol aşkım
Sağ ol kırık kolum,kesik bileğim,kırık yüzüm,
Kesik geleceğim,kırık sonsuzluğum
Her şeye rağmen
Yağmura bulanmış,güzel bir yazdı...
Küçük İSKENDER
Ne şiir ama...
7 Ekim 2012 Pazar
Öfkelenince Neden Bağırırız?
Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş.Öğrencilerine dönüp''insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar''diye sormuş.Öğrencilerden biri''çünkü sükunetimizi kaybederiz''deyince ermiş''ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız?O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?''diye tekrar sormuş.Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:''İki insan birbirine öfkelendiği zaman,kalpleri birbirinden uzaklaşır.Bu uzak mesafeden birbirlerine kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar.Ne kadar çok öfkelenirse,arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırma gerekir.''
''Peki,iki insan birbirini sevdiğinde ne olur?Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar,çünkü kalpleri birbirine yakındır,arada mesafe ya yoktur ya da azdır.Peki,iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur?Artık konuşmazlar,sadece fısıldaşırlar.Çünkü kalpleri birbirine daha da yakınlaşmıştır.Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz,sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur.İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.''Daha sonra ermiş,öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş:''Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin.Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun.Aksi taktirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki,geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz...''
4 Ekim 2012 Perşembe
Neden Düşer Acaba...
-''ELMA,OLGUNLAŞINCA DÜŞER.
PEKİ AMA NEDEN DÜŞER?
BİR GÜÇ ONU TOPRAĞA DOĞRU ÇEKTİĞİ İÇİN Mİ?
SAPI KURUDUĞU İÇİN Mİ?
GÜNEŞTE KURUMAYA BAŞLADIĞI İÇİN Mİ?
AĞIRLAŞTIĞI İÇİN Mİ?
RÜZGAR ESTİĞİ İÇİN Mİ?
YOKSA AŞAĞIDA DURAN BİR ÇOCUK,O ELMAYI YEMEK İSTEDİĞİ İÇİN Mİ?''
TOLSTOY- ''SAVAŞ VE BARIŞ''
3 Ekim 2012 Çarşamba
Olumsuz Düşünenleri Duymayın...
Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış.
Hedef,çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış.
Bir sürü kurbağa,arkadaşlarını seyretmek için toplanmış.Ve yarış başlamış.
Gerçekte,seyirciler arasında hiçbiri,yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş
Sadece şu sesler duyuluyormuş;
''Zavallılar!Hiçbir zaman başaramayacaklar.''
Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar.
İçlerinden sadece biri inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.
Seyirciler bağırıyorlarmış;''zavallılar!Hiçbir zaman başaramayacaklar..!''
Sonunda bir tanesi hariç,diğer kurbağaların hepsi yarışı bırakmışlar.
Ama kalan son kurbağa,büyük bir gayretle mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış.
Diğerleri hayretler içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler.
Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş.
-''Sen imkansızı nasıl başardın?''
Soruya cevap gelmemiş...
O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış...
Sözün özü şu bence sevgili olmayan okuyucularım;olumsuz düşünen insanların duymayın!Onlar kalbinizdeki ümitleri çalarlar...
Hedef,çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış.
Bir sürü kurbağa,arkadaşlarını seyretmek için toplanmış.Ve yarış başlamış.
Gerçekte,seyirciler arasında hiçbiri,yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş
Sadece şu sesler duyuluyormuş;
''Zavallılar!Hiçbir zaman başaramayacaklar.''
Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar.
İçlerinden sadece biri inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş.
Seyirciler bağırıyorlarmış;''zavallılar!Hiçbir zaman başaramayacaklar..!''
Sonunda bir tanesi hariç,diğer kurbağaların hepsi yarışı bırakmışlar.
Ama kalan son kurbağa,büyük bir gayretle mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış.
Diğerleri hayretler içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler.
Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş.
-''Sen imkansızı nasıl başardın?''
Soruya cevap gelmemiş...
O anda farkına varmışlar ki kuleye çıkan kurbağa sağırmış...
Sözün özü şu bence sevgili olmayan okuyucularım;olumsuz düşünen insanların duymayın!Onlar kalbinizdeki ümitleri çalarlar...
2 Ekim 2012 Salı
Kanlı Tarih
Pazar günü köpekleri korumak adına,bir daha Hayırsız Ada olayı yaşanmaması adına engel olmak için toplanan duyarlı insanlara minnetlerimi sunuyorum.Birkaç duyarlı ünlüde bu çağrıya kulak verdi.Tabii ki bunların başında hayvan sevgisini bazen insanların sevgisinden bile üstün tutan Ömür Gedik'de oradaydı.Son zamanların usta şairi Ceyhun Yılmaz'da teşrif ettiler. Gösteride tek sinir bozucu şey,pankartlara yazılan ''Hayvan severler burada toplanıyor''gibi yazılardı kanımca. Hayvan sever sözcüğünü hiç sevmem ben.Ne demek hayvan sever?Tersi var mı ki?Onlar canlı.Hemde bizim bin yıllık dostlarımız.Ve şahsen,sadece onlar yüzünden evimin etrafını ve gece bazı saatlerde geçemediğim birkaç yol var;hiçbir zaman yürüyemediğim.Ama benim o keyfim,sizin varlığınıza feda olsun.Köpekler konusunda şimdi değil geçmişte de sicilimiz böyle kanlı ve iğrenç.19.Yüzyılın önemli yazarlarında Fransız Romancı Pierre Loti,sicilimize işleyen bu kara lekeyi şöyle ifade etmiştir;''Bu ülkeye II.Mehmed'in ordularının ardından geldi,güzel bakışlı,insana dost köpekler.Dört-beş asırlık sadakatten sonra ve kimseyi hiçbir zaman ısırmamış olmalarına rağmen,katliamların en iğrencine mahkum edildiklerini gördüler.Hiçbir Türk,Hilal'e uğursuzluk getireceği söylenen bu onur kırıcı görevi üstlenmek istemedi.Bu yüzden sürgünü serseriler,işsiz güçsüzler ve haydutlar yaptı.Bunlar işlerini demir kıskaçlarla yapıyorlar,zavallı kurbanlarını boyunlarından,ayaklarından götürecek olan mavnalara atıyorlar.İstanbul'un diğer bütün köpeklerinden yüzlercesinin yer aldığı Hayırsız Ada,Marmara'nın ortasında çöle benzeyen bir kayaydı.İçecek bir damla su yoktu,köpekler orada açlıktan ve susuzluktan öldüler ve bu arada bilinçlerini yitirdiklerinden birbirlerini yediler.Adanın yakınlarından bir kayık geçerken hepsi kıyıya geliyordu ve yürekleri parçalayan iniltileri duyuluyordu.Bu,iki ay sürdü.Kayıkları ve insanları ne kadar uzakta olursa olsun gördüklerinde,bütün saflıklarıyla yardıma çağırıyorlardı.Ve bende bu köyün insanları gibiydim.Bütün Türkiye'ye uğursuzluk getirmesinden korkuyorum.Şimdi ise,bu sokaktaki köpeklerin yok edilmesinden kaynaklanacak musibetleri yaşayacağımızdan eminim...''
Bütün sokak hayvanlarına saygıyla...
Bütün sokak hayvanlarına saygıyla...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)