21 Aralık 2015 Pazartesi

Biraz Oradan Biraz Buradan...!

Bu haftayı bir an önce geride bırakmayı o kadar çok arzu ediyorum ki,zaman makinem olsa sadece bu haftayı es geçerdim.Aslında yoğun olmak güzel bir şey,tabi eğer yapmaktan zevk aldığın bir şeylerle uğraşıyorsan.Ben henüz 'yaparken uğraştığım' aşamada değilim;yapabilmek için uğraştığım kısımdayım.Önceki yazımda da söylemiştim,kısa film hazırlığım var.Senaryoyu uzun zaman önce yazmış olmama rağmen başrol oyuncu bulma sıkıntım yüzünden bir türlü başlayamadık. (Burada 'Başlayamadık ' yerine 'Start veremedik' demem gerekirdi.Sinema dilinde böyle söylerler genellikle.) Rol için aradığım kriterler o kadar uçuk şeyler değiller.Sadece elli küsür yaşlarında,ses tonu oturmuş,suratının hatları keskin,hafif oyuncluklukla uğraşmış birisi olsa kafi.Nitekim öyle birisini buldum da.İlk önce Cast ajanstla iletişime geçtim.Oradan bir oyuncu beğendiğimi söyledim ama geri dönen olmadı.Bende kendi şansımı kendim denedim ve sosyal medyada o adamı aradım ve sonucunda da buldum.Aradığım bütün özellikleri yansıtan bir görünüşe sahip.Oyunculuğu hakkında bir bilgim yok ama referanslarında gördüğüm kadarıyla az çok popüler dizilerde figüranlık yapmış birisi.Bende zaten oscarlık bir performans istemiyorum,haddim değil.Bu bulduğumuz oyuncu düzenli olarak setlere gidiyor.Sorun şurada, gidiş saatleri düzensiz ki bu da benim işime hiç gelmiyor.Bu sebeple birçok defa buluşma ertelendi,film yapımı aksadı.Oynamak için çaba sarf ettiğini telefon konuşmalarımızdaki heveskar ifadelerinden anlayabiliyorum.Pektabi, düzenli olarak gittiği bir işi var ve kendini riske atmak istemiyor.Bunu anlıyorum ama onunda beni anlaması gerekiyor;bu film hem festivalde hemde görüntü dersinin final ödevinde boy gösterecek.İkisi içinde süre oldukça kısıtlı.Durumun müşküllüğünü şöyle anlatayım:Cuma günü bu bulduğum oyuncuyla yüzyüze görüşmem olacak.Oldu ki işler ters gitti ve kabul etmedi.Alternatif birisi olmadığını göz önünde bulunduracak olursak tek kelimeyle 'Rezalet' bir durum olacak.Diyeceksiniz ki, 'Senin hatan,gerzek!Neden alternatif birisini düşünmedin?Sonuçta babanın oğlu değil adam?'  Bunu kesinlikle kabul etmem.Beni tanımadığınızı anlarım.İnsanlar üzerinde genellikle rahat,gamsız bir imaj bıraktığımı biliyorum..Bunu kendileri söylüyorlar.Ama bunu sanki ayıp bir şeymiş gibi küçümseyici tavırlarla söylerler.Lakin bu tutumları beni hiç olmadığım kadar mutlu eder.Emin olun kendileri de ben ve benim gibi olmak istiyorlar ama yapamıyorlar.Bunun neticesinde ise erken yaşlanma,sperm sayısında ve saç oranında azalma,intihara iki kat meyil,kötü bir yaşam ve en nihayetinde erken ölüm.Kim bunlara maruz kalmak ister ki?Aptal olmayın,dünyaya dert çekmek için gönderilmedik.Böyle düşünen varsa kafasına şimdi sıkabilir...
Nerede kalmıştık,beni ihtiyatlı olmadığım için suçluyordunuz.Halbuki gerçek öyle değil.Ciddiye aldığım her şey için gelecek planlaması yaparım.Bu oyuncu işinde de böyle oldu.Ercan Kesal üstadımıza mesaj yazıp,filmimde arzu ederse görmek istediğimi söyledim.Ama maalef ki uzun zamandır ne uzun ne da kısa filmde oynamadığını,böyle bir karar aldığını söyledi.Bu beni üzdü doğrusu.Teklifimi kabul etmediği için değil,böyle değerli bir sanatçının kendini sinemadan tecrit ediyor olmasından.Teskin edici uzun bir mesaj gönderdim.O değerli bir isim,nedeni ise biz amatör sinema heveskarların yaptıkları filmde oynamayı seven,alçakgönüllü,yardımsever bir insan.Deneyerek gördüm ki bazıları tekliflerimize iyi yahut kötü geri dönüş yapma zahmetinde bile bulunmazken,(Yani adam yerine koymazken) geri dönüş yapanların çoğuda bizi küçümseyi tutum sergilerken,Ercan Kesal üstadımız bizi umursayıp olumsuz cevabının nedenini bile açıklama mütevaziliğinde bulunuyor.Ne diyelim,seni seviyoruz üstad.! Gördüğünüz gibi hiçte umursamaz birisi değilim.Cuma olacak görüşmem için bana şans dileyin... 
Hadi hakkınızı helal edin...

Bir saniye bir saniye, 'helallik' deyince aklıma Fatma geldi.Benden 'helallik' istediğini yazmış.Ee haliyle biraz komik buldum;tabii birazda öfkelendim.Kendisine de yazdım, 'Helallik ' adı altında kendi vicdanını rahatlatmayı amaçlıyorsun diye;sonuna kadar bencilce. Daha gülüncü ise beni bencillikle itham etme küstahlığını göstermesi.Bir insan ancak bu kadar küçülebilir.! İthamın sebebini açıklamasını bile istemedim çünkü yazacakları kendisini inanılmaz sığlaştırırdı.
Temeli olmayan birçok zırva yazacaktı.
Burada bile onun çıkarını düşünüyorum,söyler misiniz nasıl bencil olabilirim ben? 
Üstelik bu neyin helalleşmesi?Onunla biz bir şey yaşamadık bile.Geçmişimiz bile yok.Sadece bir süre ben onu sevdim,ama o beni sevmedi.Bu kadar!Bahanesi de 'Kalbini kırdığım için' olmuş.Bence olmamış. Olmadığını kendisi de o kadar iyi biliyor ki bir daha cevap yazabileceğini düşünmüyorum.

Ah şuursuz kadınlar.. ah !



Görüşmek üzere efenim..!



7 Aralık 2015 Pazartesi

Cevaplanmayacak Sorular...


Yazmayalı uzun zaman oldu sanırım.Neden yazmadığımla ilgili belirgin bir nedenim yok.Belki de son zamanlarda yazmaya değer olaylar gelişmediği içindir.Belki de anlatmak istediklerimi bitirmişimdir.Belkide yazdıklarımın kimse için ehemmiyet arz etmediğinden mütevellit kendime içinde bulduğum bu acınası durumdan rahatsızlık duymaya başlamışımdır.Neden buraya yazmaya başladığımı anımsıyorum.Yazmak,benim günah çıkarma ritüelimdi.İçimde kaldı dediğim ne varsa burada değer kazanıyor,eleştriliyor,itham ediliyor,itiraf ediliyor ve samimiyetin gölgesinde bir özeleştriye  dönüşüp,bana yol gösterici oluyordu.Çünkü insanların kalpleri çirkindi,yürekleri kararmıştı,kimseye anlatamazdım,kimse samimi değildi,çıkarcılıkları ruhlarına bile bulaşmıştı,korkunçtular.... o yüzden içimde kaldı dediğim ne varsa,ilk aşklarımı,ilk reddedilişlerimi ve yüreğimde bıraktıkları sıyrıkları,sadece bir kavram olan duyguların ilk kez gerçekten yaşanışları,korkularımı,yardım çığlıklarımı,beni acınası duruma düşüren sevgimi,sevinçlerimi,ilk öpüşmemi,ilk şiiirlerimi ve daha nicesini ancak burada anlatabilir ve burada yaşayabilirdim.Öyle de yaptım,kimseye de ihtiyacım olmadı.Çünkü,insan ancak kendisiyle konuşurken yalan söylemez ve yalansız bir konuşma bulunmuşsa,gerisine ihtiyaç kalmaz.
Peki durum böyleyken,neden 'İlgisizlik'ten veryansın ediyorum ki?..

Özür dilerek kesiyorum olmayan okuyucularım.
Daha derinlikli yazmak isterdim lakin kısa film senaryosu yazmam gerek;
hem de en ivedi şekilde.

Sizde bu fırsattan istifade sorumu cevaplayın olmayan okurlarım.
Bir insan,neden kendi kendine yetebiliyorken bir anda ilgi ister? 

Görüşmek üzere...

16 Kasım 2015 Pazartesi

Yalnızca Tahmin...





Dün,liseden arkadaşım Kamil'le buluştuk.Uzun zamandır yüz yüze görüşme fırsatı bulamamıştık.Çok konuşmasına rağmen kıymet verdiğim,sevdiğim bir dostumdur Kamil.Öyle ki,ne zaman bir araya gelsem sohbet etmek şöyle dursun,sanki Kamil'in tek kişilik paneline gelmişim gibi olur;o anlatır uzun uzun ben dinler,bazen güler,kimi zaman kızar,zaman zaman sıkılırım.Ama özünü bilirim Kamil'in,pırlanta gibi bir kalbi vardır ve çok konuşkanlığı gevezeliğinden değil,anlatacak çok şeyinin olmasındandır.En azından son buluşmamızda öyleydi.
Sordum: 'Görüşmeyeli uzun zaman oldu,ne değişti hayatında?' dedim.  'Aşık oldum' dedi. 'Geçmiş olsun.' dedim, 'Sende sonunda bir başkası için yaşamaya başladın demek.'  'Öyle oluyormuş' dedi, 'Sonradan öğrendim.' Anlatmaya başladı sonra.Çok heyecanlıydı,ağzı zaman zaman köpürüyordu.Gözbebekleri büyüyor,sevdiğini anlatacak olmanın verdiği coşkuyla ellerini nereye koyacağını şaşırıyordu.Güzel bir şarkı söylemeye hazırlanır gibi hazırladı kendini... 'Nasıl anlatsam!' dedi, 'İlk kez gördüğümde onu,bir daha ki görüşümde aşık olacağımı hissettim.Öyle de oldu.' Kendi kendime bu duygunun tanıdık geldiğini söyledim.Bende Fatma'da böyle hissetmiştim.
'Sonra,onu her görüşümde içimde engellenemez bir sevgi çığı gitgide büyüdü,beni ona duyduğum sevginin altında esir bıraktı.' dedi, 'Aşık olmuştum.' Sanki geçmişteki beni dinliyordum.Her aşık birbirine mi benziyordu?Oysa ben Fatma'ya karşı sevgimi tarifsiz sanıyordum..  'Konuşmak istiyordum onunla' dedi, 'Ama gel gör ki cesaretim yoktu.' İnanırım.Ben de çok ikilemler çekmiştim.Aslında sevdiğini ilan edememenin altında yatan asıl gerçek, cesaretsizlik değil,sevilmeme korkusudur.Kendince kurduğun hayali aşk hülyalarının bir anda bitmesi,gerçeklerle yüzyüze gelme tedirginliğidir.Gerçekten seven her aşık, bu korkuyu en derinden hisseder. 'En sonunda bir cesaret gidip söyledim.Yoksa zehirlenecektim.Ama hüsrana uğradım diyebilirim.' Sebebi ise daha bir şaşırtıcı sevgili olmayan okuyucularım.Demiş ki kız:'Bak Kamil!Ben derslerime ağırlık vermek istiyorum;hedeflerim var.Hem daha önce benim hiç sevgilim olmadı.Bilmiyorum işte..olmaz.!' Size boşuna kendi hikayemi dinliyormuş gibi hissettiğimi söylemedim.Hiçbir eksiği olmaksızın Fatma'da bunları söylemişti bana.Hatta bir ara Kamil'in benimle dalga geçtiğinden bile şüphelendim.Lakin hiç kimseye Fatma'yla aramda geçenleri anlatmadığımı biliyordum.Üstelik Kamil'e anlatsam bile iyi niyetimi suiistimal etmeyecek kadar vefalı bir dosttu.Peki bu kadar benzerlik neyin nesiydi?Hiçbir şey düşünemedim.Sadece Kamil'e üzüldüğümü hatırlıyorum. 'Sevgim büyük Onur,çok büyük.' dedi, 'Kimseyi gözüm görmez oldu.Okulda benden hoşlandığını söyleyen birkaç kız vardı.Çirkin kızlarda değillerdi hani!Ama aklımda o varken sanki hiçbir şey güzel gelmiyordu;istemedim hiçbirini..'
Kardelen'ni hatırladım,İman'ı,Özge'yi...Fatma'ya meftun olduğum zamanlarda bana sevgilerini sunmuşlardı.Özellikle Kardelen'i çok beğenmiştim,hatta onun beni kendine yakıştırması hafiften gururumu bile okşamıştı.Her erkeğin olmasa da azımsanmayacak sayıda bir kitlenin Kardelen'i yanında görmekten mutluluk duyacağını rahatlıkla söyleyebilirim.Sırtına kadar inen buklelerle dolu saçlar,beyaz bir ten,dolgun dudaklar,güzel bir gülüş... Ama benimde hiçbiri umurumda değildi.Fatma'ya duyduğum sevgi karşısında her şey güzelliğini yitiriyor,karanlıkta kalıyordu.Çünkü bazı insanlar sevdiklerinde o sevginin hakkını  sonuna kadar verirler.Bu,mutlaka sevileceği anlamına gelmez tabi.
Buna rağmen bile hakkını sonuna kadar verirler...
Kamil anlattıkça içime soğuk rüzgarlar esiyordu.Sanki,bir zaman bir yerde bıraktığım kederi rüzgar geri getiriyor,içime üflüyordu.Kamil'i mi yoksa kendimi mi avutacağımı bilmiyordum. 'Bak' dedim, 'Şansını yeniden denemelisin .En gaddar insan bile ikinci bir şansı hak eder,henüz kredin var;git dene.Seni yeniden reddettiğini,olmadığını varsayalım.Çünkü ben olmayan kısmıyla ilgilenirim,tecrübeliyim.Nasıl başa çıkılabileceğini iyi bilirim.Kendine defalarca yeminler edeceksin onu unutmak için.Ama her gördüğünde onu,kendine verdiğin sözü tutamayacağını  için yana yana  göreceksin.Kanayacaksın,çok kanayacaksın hemde.Tutup kanayan bedenin üzerine bedenler basmaya kalkacaksın ama bu seni daha bedbaht yapacak.Hiç ummadığın bir yerde,ummadığın bir zaman içinde yersiz,saçma bir biçimde ansızın onu hatırlayacak,engelleyemediğin bir hüzne boğulacaksın.Kimse deva olmayacak sana,kimse seni yeterince dinlemeyecek,anlaşılmayacaksın.Bir başına kalacaksın,içindeki yardım çığlığını kimse işitmeyecek.En acısı da yaşamaya hiçbir şey olmamış gibi devam etmek zorunda olman gerçeği.İşte o zaman Kamil,hiç olmadığı kadar canın çok yanacak.O acı sana şunu öğretecek:Hiç kimseyi ama hiç kimseyi kendinden fazla,bağlanacak kadar sevmemelisin.Ne kadar çok bağlanırsan,o denli şiddetli olur içindeki deprem...'
Yüzündeki kan çekildi,sanki korkmuş gibiydi Kamil. 'Sen' dedi, 'Nasıl bu kadar emin olabilirsin?' Ona her şeyi anlatmak isterdim.Bir gazinin vücudundaki savaş yaraları gibi izler taşıdığımı yüreğimde göstermek isterdim.
Lakin daha önce dediğim gibi:
'Kimse seni yeterince dinlemeyecek,anlaşılmacaksın.'
O yüzden yalnızca 'Tahmin ettim.' dedim,

'Sadece yaşamış gibi tahmin ettim işte...'


Bol şans Kamil'im...



27 Ekim 2015 Salı

Tek Çare Sevmekte...!




Hepimizin beklentileri var yaşamdan.Kimisi iyi bir işe sahip olmak için inim inim inler sadist hayatın kırbaçları altında.Kimisi sağlığına kavuşacağına ümit eder.Kimisi güzel bir araba alacağını düşünür ileride. 'Aile' kurmak ister bazıları; krem peynir reklamlarındaki gibi neşeli olmasını arzular sabah kahvaltılarının.Kimisinin söyleyecek birkaç sözü vardır,bir gün mutlaka kitap yazacağını düşünür. 'Yapacağım' der inançla kimisi,'Yaşadığım yerle yetinmeyip tüm dünyayı dolaşacağım.Karavanım olacak bir gün,gideceğim buralardan...' diye düşünür.
Kimileri de gerçek sevgiyi bulup,karanlıklardan çıkıp aydınlıklara yürüyeceği inancıyla  hayata tutunur.Herkes bir amaç uğruna yaşıyor.Belirlerdiğimiz amaçlar için uyuyor,uyanıyor,bazen bu uğurda yara alıyor,kimi zaman tökezleyip yere kapaklanıyoruz. Düşünüyorum da,bir gün hayatımızın istediğimiz gibi olacağı umudu yok olsa aynı inançla yaşamaya devam edebilir miyiz? Kaç kişi ayakta kalıp devam edebilir bu bilinmez yolculuğa?Onu bilmem ama istediği hayata kavuşupta ayakta kalamayan birçok kişi var.
Adını hatırlayamadığım bir kitabın şu örneğinde olduğu gibi:
'Bir otomobil fabrikasında teknisyendim.Hedeflerim vardı.Bu hedefler uğruna büyük efor sarfediyor,takatimin son raddesine kadar çabalıyordum.Hayat gözümün önünde akıp gidiyordu.Ben ise öylece izliyor,bir gün hayatta hedeflerime ulaştığımda hayatı da yakalayacağımı düşünüyordum.Hedeflerime ulaştım ama üzülerek söylemeliyim ki hiçte umduğum gibi  olmadı.Dünya üzerindeki herhangi bir insanın isteyebileceğe her şeye sahiptim.Zengindim,güzel kadınlarla sevişiyordum,göz alıcı arabalardan iniyor bir başka göz alıcı arabalara biniyordum.İnsanlar gıptayla bakıyorlardı.Görkemli yaşantım onları adeta büyülüyorlardı.Ama bir şeyin eksikliği beni içten içe sinsi bir hastalık gibi kemiriyordu.Her şeye sahiptim ama kimsem yoktu.Onu hatırladım bir anda.Gençliğimde Clara diye bir kız vardı fabrikada .Sekreterlik yapıyordu.Onunla bir süre flörtleştik.Zamanla aşık olduğumu anladım.Ben bir süre sonra Amerika'dan iş teklifi aldım.Bu benim için,hedeflerim için müthiş fırsattı..Ama Clara vardı,onu Londra'da bırakıp gitmek olmazdı.Onu seviyordum lakin lanet hedeflerimde beni kamçılıyordu.Bir tercih yapmak gerekiyordu:Burada kalıp Clara ile evlenip yuva kurmak mı yoksa Amerika'ya gidip hedeflerime ulaşmak mı? Ben gitmeyi tercih ettim.Gözü dönmüş,bencilce gitmeyi.Gittim,çalıştım,yükseldim,iyi paralar kazandım,her şeye sahibim ama hiçbiri Clara'nın boşluğunu dolduramadı.Hedeflerden daha önemli şeyler olduğunu elli beş yaşında fark ediyor olmam ne acı...!''



Misyonumuzun olması önemli ama bu uğurda hayatın bize sunduğu fırsatları hunharca harcamak zavallılık değil midir?
Aslında yaratan tarafından bize tek bir amaç verilmiş:SEVMEK

Gerisi sadece bencillik,gözü dönmüşlük...

Siz siz olun,tercihinizi hep sevmekten yana kullanın.
Aksi halde sizinde elli yaşında bir pişmanlık hikayeniz olabilir...!

7 Ekim 2015 Çarşamba

Arkasından Bakma İtiyadı....




Dün,uzun zamandır özlediğim hissiyatları yaşatan doyumsuz bir an yaşandı.Okuldaydım,dersimin başlamasına üç saat gibi uzun bir zaman vardı.Erken geldiğimden mütevellit,etrafımda hiç tanıdık suratlar göremedim.Böyle zamanlarda yapılacak en güzel etkinlik kütüphaneye çıkıp,faydalı birkaç şey okumaktır.Üstelik benim gibi okumaktan büyük keyif alan birisiyseniz,bulunmaz fırsattır.Kütüphaneye çıktığımda,oradaki görevli kızla ayaküstü sohbet ettik biraz.Dışarıda şiddetli bir yağmur başlamıştı.Ara sıra yağmurun bulutlara veda edişinin hüzünlü ve bir o kadar da huzurlu vedasını izlemek için dışarını rahatlıkla görebileceğim bir yer aradım.
Hemen seçimimi yaptım ve bilimsel bir dergi aldıktan sonra ivedi bir şekilde masaya oturdum.Karşımdaki masaya baktığımda gördüğüm tek şey,dizüstü bilgisayar ekranın etrafından fırlayan birkaç demet kahverengi tonlarında saçlardı.Ben tüm ilgimi ekranın arkasındaki kişiye odaklamışken,bir anda saç demetinin bağlı olduğu kafa yukarı kalktı,meraklı gözlerle bakan gözlerime baktı,biraz bekledi,benim gözlerimi kaçırmamaktaki ısrarımı görünce sanki utandı,utancını gizlemek için önündeki kitabı hızlıca alıp rastgele bir sayfa açtı.Mavinin tonlarındaki gözbebeğinin hızla hareket ettiğini gördüm.Yunan tanrıçalarının yüzünü andıran güzellikte bembeyaz suratı vardı.En iyi ressam karakalemle çizse,hayal edilse,en güzeli yaratılmak istenilse,karşımdaki gerçekliğin yanına bile yaklaşamazlardı.Gözleri,çok derinlikliydi.Yeni alınan bir kitap gibiydi;müphem vaatlerde bulunuyor ve o vaatleri şiddetle merak ettiriyordu.Kendimi çok yalnız hissettim o an.Yıllarca her kadında bunları aramış ama bir türlü bulamamıştım.Bulduklarım da bende aradıklarını bulamamıştı sanırım.O yüzden hep yalnızdım.
Bir saatin sonunda kaçamak bakışlar atarken bulduk birbirimizi.Bir şeyler yapmanın zamanı gelmiş gibiydi. 'Acaba yanına gidip,kendisiyle tanışmak istediğimi söylesem,beni küçük düşürür müydü?' diye soruyordum kendime.Belki de,daha önceleri olduğu gibi yanılmıştım.Bakışlarımdan rahatsız olmuş,hatta korkmuştu.Ben içimden ona methiyeler dizerken,o gayemi sorguluyordu belki de.Belki de beni hiç fark etmemişti.Cesaretim kırılmıştı.Dışarıda yağmur şiddetini artırarak devam ediyordu.Bir süre izledim yağmuru.Kendime kızıyordum;neden bu kadar çelişkiler yaşadığıma.Neden güzel olsun olmasın herhangi bir kadına istediğim gibi kendimi ifade edip,elde edebiliyorken,sevmek duygusunu uyandıran,beni adeta çarpan bir kadına içimden geçenleri söyleyemiyor,ikilemler arasında kıvranıyordum.?Tüm yaşamım böyle ahmakça mı geçecekti?Hayatın bana sunduğu fırsatları bu ahmaklığım yüzünden göz göre göre yitirip,yaşamım hep aramakla mı geçecekti bulduğumda tekrar kaybetmek için? 'Hayır.!' deme cesaretini kendimde bulamadım.Korkunçtu...
İki saatin sonunda 'Nasıl olsa anlatamayacağım kendimi' diyerek ümidim yok olmuşken,dergiden başımı kaldırdığımda bana baktığı gördüm.Başta benim ona yaptığımı,şimdi o bana yapıyor,yılmadan beni gözlüyordu.Ben içimdeki çelişkilerin caydırıcı havası içinde gözlerimi kaçırıyor,derginin ne anlattığını bilmediğim bir sayfasına yöneliyordum.İki saatin sonunda,kalkmak için toplandığını gördüm.Gidecek diye korktuğumu hatırlıyorum.Neden?Kalsa ne yapabilecektim ki?Bir mucize olmasını bekleyecektim belki.Nasıl bir mucize?Mucizeler ancak biz istersek olurlardı.Öyle durup bekleyerek ancak tekdüze yaşanılırdı...
Yanımdan hızlıca geçip,kapıdan çıktı.Ama gitmemişti.Bilgisayarı,kulaklığı,çantası,iki kitabı masanın üzerinde duruyordu.Rahatladım.En azından bir kez daha görecektim.Belki de bu bir fırsattım benim için.Derginin boş bir sayfasından küçük bir parça koparıp,üzerine 'Karşı masadaki beyaz tişörlü çocuk... Tanışmak isterim seninle.Gözlerini daha yakından görmeyi arzu ediyorum...' yazdıktan sonra telefon numaramı ekleyip,onun beni göremeyeceği uzak bir köşeden onu seyredebilirdim.Görüldüğü gibi yine çareyi yazmakta aradım.Ama yapmadım,yapamadım.Ve o kısacık fırsat bitmişti,o geri geldi.Dersimin başlamasına on dakikadan daha az bir zaman vardı.Demek  üç saate yakın burada oturmuş,kendimle mücadele etmiş ve hiçbir netice elde edememiştim.Bir gazi kadar yorgun hissediyordum kendimi.Kendimle savaşmıştım ama sanırım ağır yaralıydım.Artık hiç cesaretim kalmamıştı.Derse yetişmek için ayağa ağır ağır kalktım.Daha hızlısına ruhum izin vermiyordu.İstemeye istemeye adımladım ve dergiyi teslim ettikten sonra tam dışarı çıkarken bana baktığını gördüm.Geriye dönmek geldi içimden,yapamadım.Hızlıca sınıfıma gittim,selamlaştım,konuştum.Aklım yoktu.Ruhum yoktu.Duramadım,kütüphanenin çıkışının önündeki bir pencere boşluğuna dayanıp,beklemeye başladım.Kaçırmamıştım,geliyordu.Yüzüne bakamadım.Kabahat işlemiş çocuk utancıyla yerden gözlerimi alamadım.Önümden yavaş yavaş geçip gitti.Yine aynı şey olmuştu;ben yine seyreden olmuştum.Fatma'da okulun son günü böyle çekip gitmiş,son bir kez konuşma cesaretini kendimde bulamamıştım.Ben yine seyreden olmuştum,yine kaybeden...
Bugün,dersim olmadığı halde kütüphanede aynı saatte aynı yerde oturup beklemeyi planladım.Geleceğine inancım bakiydi.Gitmedim,beni neydi tutan?Korkaklığım.Onu orada bulurum diye korktum.Yine konuşamam,yine kendimle savaşırım diye korktum.
Hep olduğum gibi,hep korktuğum gibi....

Bir daha karşılaşır mıyız,bilmem.
Ama eğer karşılaşırsak,yani bir mucize gerçekleşirse,
yalnızlığımdan bir parça sunup,ortak bir yalnızlıkta buluşmayı teklif edebilirim...

Aksi halde,sadece bir anı olarak kalacak,kimsenin bilmediği....

30 Eylül 2015 Çarşamba

Sevmeye Meftun...




Aşık olmayı özler mi insan?Özler!Ben özledim.Daha önceden aşkın şerbetinden içmeseydim yudum yudum,bilmeseydim tadını,özlemeni duymazdım.İnsan bir sevdanın içindeyken farkına varmıyor sevginin kendisine ne elzem hissiyatlar aşıladığının.Bitince idrak ediyorsun,ruhu üşüyor insanın.Sanki lapa lapa yalnızlık yağıyor içine her an,yüreğin buz tutmuş,kalbin donuk.Sen her gün bir umut  güneşin doğup,donmuş gönül organlarını hayata döndürsün istiyorsun ama bir türlü o sıcaklık gelmiyor.Biraz daha kendine sokuluyorsun o vakit,için üşüyor çünkü.İnsanlar seni göründüğün gibi algılıyorlar,biliyorsun ki olduğun gibi görünsen herkes kaçacak.Elini uzatsan tutan olmayacak,çığlık atsan tüm yüreği donmuşların yerine,belki fark edecekler ama yine yürüyüp gidecekler.Herkes biraz suçlu,herkes ucundan kıyısından bulaşmış bu günaha...
Bana sorarsanız yalnız olmanın en güzel yanı,yok gibi bir şey.Her şeyden önce güçsüzsün.Teksin çünkü,tehlikelere açıksın.Hayatı sırtlamaya çalışma,ezilirsin.Ve kimsede seni sıkıştığın yerden çekip kurtarma zahmetine girmez;teksin çünkü.Herkese meydan okuyabilirsin,meydan okuduğun şeylerin canına da okuyabilirsin ama zafer sevincini paylaşacak kimseyi bulamadığında yanında,üzülürsün;teksin çünkü.Bu yüzden sevmeyi özledim.
Eski aşklarımı hatırladım şimdi.Beni bir ilişkide heyecanlandıran şeyleri... Berrin'in mavinin en güzel tonunu taşıyan gözlerini,Aslı'nın saçını rüzgara karşı dönüp tam tepede toplayışını,Aysu'nun her sinirlendiğinde istemsiz yukarıya kalkan sol kaşını,Yeliz'in kuş yavrusu büyüklüğünde ellerinin ellerimin arasındayken yok oluşunu,Fatma'nın çocuk masumiyeti saflığında suratına yayılan gülümseyişini ve çok bakmazdı bana ama nadiren de olsa gözlerimiz buluştuğunda kızaran suratını ve daha nicelerini... 
Her kadının  kendisine aşık edecek bir tılsımı mutlaka vardır.Bazı kadınlar bu özelliklerini fark etmezler bile;farkında olmadan aşık ederler kendilerine.Olan ise bunu herkesten önce keşfedene olur.Ben ve benim gibilere olur.Kim bilecek Berrin'in göz bebeğinin bitip,maviliğin başladığı yerde küçük bir göz beni olduğunu.Bunu söylediğimde şaşırmıştı. 'Daha önce kimse fark etmemişti' demişti. 'O zaman kimse gerçekten gözlerine bakmamış.' demiştim.Mesela hiç sanmam,Aysu'nun sinirlendiğinde sol kaşının caydırıcı bir hareketle kalkıp indiğinin farkında olduğunu.Yeliz haberdar mıdır acaba ellerinin her an öpülesi olduğundan?Fatma ise gülümsediğinde nutkum tutulur,her zerrem uyuşurdu.Sonsuza kadar öylece izlemek isterdim gülümseyişini..Bilir mi bunları,bilmez.! Dedim ya,bazı kadınların tılsımları vardır ve bazıları bunun farkında bile değildir.
Fark etmeye gör,seversin hemen,lakin ilgilenmezler.
Yazık ki cezası hep bize,temiz sevene kesilir...


Görüşmek üzere...


14 Eylül 2015 Pazartesi

Çalış Bakalım,Ne Elde Edeceksin!





Biraz işe girdim de,yazmaya da okumaya da pek fırsatım olmuyor.Wakiki'de depocuyum.Yaptığım işin pek bir zorluğu yok,elbiselere alarm takıyorum;çalmaya yeltenen insanlarımızı enselemek için.Bu benim maaş alacağım ilk işim olacak.'Kendi paranı kazanmak' 'Kendi ayaklarının üzerinde durmak', 'Kendi ekonomik bağımsızlığın' gibi 'Kendi' kelimesiyle başlayan hem öğüt veren hem de işe teşvik amacı taşıyan söylemlerden kurtulduğum için mutlu olduğumu itiraf etmek zorundayım.Annem her zaman,'Senin bir gün para kazandığını görebilecek miyim acaba?' derdi.İlk gün işe gidip geldikten sonra annem, 'Nasıl geçti?' diye sorduğunda, 'İstifa ettim.' demiştim.Haliyle şaşırdı.Sonra sebebini sorunca,onun her zaman benim üzerimden hayalini kurduğu,' Senin bir gün para kazandığını görebilecek miyim acaba?' hülyasını hatırlatıp,'Gördüğün gibi tam bir gün çalıştım.Umarım hayaline kavuşmuşsundur.' demiştim.Dönüp giderken şaka olduğunu bilmediğinden arkamda iki çatık kaş bırakmıştım.Aslında bu planlı bir şakaydı.Amaç,normal bir anı yalan fena bir hadiseyle süsleyip beklentiyi düşürmek.Gerçek ortaya çıktığında ise olması gerekenden daha fazla endorfin salgılatıp,ödüllendirmeyi şartlı hale getirmek.Ki,planımda da muvaffak oldum.İki tepsi ev pastası yaptırdım.Hem de 'Fakir Pastası' olarak bilinen bisküvili olanından.Hiçbir şeye değişmem bu pastayı.Yokluktan geldiğimiz için dışarıdaki pastaya fuzuli yere para harcamak yerine,tasarruf amaçlı her pasta bisküviyle yapıldığından mı mütevellit bu 'Tasarruf Pastası' damağımda iz bıraktı bilinmez ama beni mest eden yegane buluştur.Zenginler çok şey kaçırıyor,çok...
Ben anormal bilmezdim kendimi ama tüm yaz eşraftan birçok dost çalışırken ben keyif yapıyordum ki yaz bitip,herkesin okulu için işten çıktıktan sonra ben işe girdim.Anladım ki,normal kabul edilen şeyler bana ters.Ne zaman ne yapacağım belli olmuyor.Sistem benim gibi adamları pek sevmez.Yani kalıplara girmeyi reddedip,benliklerini korumakta direnenleri.Bu yüzden ben ve benzerleri hayatlarında hep özgür yaşarlar.Her ne kadar toplumda bunun adı avare olsa da...


Ayrılmak zorundayım.
Çünkü erken kalkacağım.

Ama,boş versene..
Tüm gece benim.
Tam saatinde iş yerinden olmam şart olsa bile,
 ne kadar uyumam gerektiğini sadece ben belirlerim.
Galiba yine üç saatlik uykuyla gideceğim..

Olsun,bu da benim özgürlüğümün bir bedeli..
Hayırlı özgürlükler!



28 Ağustos 2015 Cuma

Vefa Yoksunu Vedalar...!






Etrafıma bakıyorum da,insanların kolayca birbirlerini terk etmelerini hayretler içerisinde seyrediyorum.Sanki hiçbir şey yaşanmamış,milyarlarca insan arasından sıyrılıp da karşılaşılmamış,,sıcacık eller tutulmamış,kalpler bir başka çarpmamış gibi... 'Yaşandı ve bitti saygısızca' artık günümüzde ilişkilerin finali.Vedalar düşmanca yapılır oldu.Halbuki kavuşmak için ne kadar insancıl çabalar sarf edilmişti.Belki şiir yazılmıştı,belki şiir gibi bir şarkı dinlenmişti.Buluşmalar da heyecanlı görünememek için nasıl da tekrar edilmişti içimizden yatıştırıcı sözler.Az mı terlerdi avuç içlerimiz aşk ateşiyle yanarken her zerremiz.İncitmemek için kemiği olmayan dilimizle sevileni,az mı susmadık dakikalarca çaresiz.Hayırlayın,her güne sevildiğinizi bilmenin verdiği tarifsiz huzurla uyanmanın tadını ve sevmenin büyüleyici yanını.Hiç olmadığı kadar korkutucu geldiğini anımsayın ölümün,üstelik tam olarak yaşadığınızı hissederken. 'Daha öncesi yok,bundan sonrası var' dediğinizi unuttunuz mu? Sevilen varken yanınızda hiçbir şeye ihtiyacınızın olmadığını ilk kez fark ettiğinizde yüzünüze yayılan tatlı gülümsemeyi başka ne yaratabilirdi ki! 
Çoğu insan bu hissiyatları unutur vedalar da.Hiç yaşanmamış gibi gaddar davranır.Öküz ölmüş,ortaklık bozulmuştur.Artık yeni insanlarla yeni denizlere yelken açmaktadır sıra.Bilmez ki insanoğlu sonunu,küçük bir fırtınada terk ettirir gemiyi vefadan yoksunluk.Burada en trajik olan ise iki kişiden birinin daha hissiyatlı çıkmasıdır.Gemi de tek başına kalan,fırtınayı tek başına aşmaya çalışandır acının merkezi.Ne de olsa hayat herkese adil davranmıyor.Bu da hayatın iyilere,vefalılara ve gerçekten sevenlere attığı en büyük kazıktır..
Şunu iyi kavrayın,şu fani dünya da yapılan hiçbir kötülük yanınıza kar kalmaz. Velhasılıkelam siz siz olun,bitmek üzere olan bir ilişkide gemiyi ilk terk eden olmayın.
Ve hala seviyor ve seviliyorsanız da,

                  ''Küsmek ve darılmak için bahaneler aramak yerine,
              sevmek ve sevilmek için çareler arayın...''



       Görüşmek üzere...

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Zaman Hala Uçup Gidiyor...!




Sevdiğin ve sevildiğin kadar varsındır yaşamda.Gerisi sadece teferruattan ibarettir.Her şeyi elde etmiş olsan bile eksikliği seni hep kötü hissettirecek tek şey,aşktır.Ne yaparsan yap dolduramazsın o boşluğu.Geçici mutluluklar satın alırsın kendine.Ama anlıktır sevinçlerin,kendine oynadığın oyun koyu bir gecenin yalnızlığında bozulur,yerini kaçmaya çalıştığın acı gerçeklere bırakır.Şöyle fısıldar kulağına: 'Ne oldu be!Hani mutluydun!İçin nasıl da üşüyor,nasıl güçsüzsün görmüyor musun?' Ne yapacağını bilemez o zaman insan. 'Bir koşu gidip seveyim' diye bir şey yoktur.Farkında olmak vardır.Her şey beklentilerle ilgilidir.Aşka şart koşmayacaksın.Yakışıklı olsun,güzel olsun,zengin olsun,uzun olsun,kısa olsun,dolgun olsun demeyeceksin.Gözünü yüksekten indirip,önündekilerin kıymetini bileceksin.Yüreği güzel olsun diyeceksin.Romanlarda anlatılan aşklar ütopik gelebilir ama gerçekte öyle değil.Temiz seversen,bir gülüşü bile sevdiceğinin seni erişilmeyeceğini sandığın ütopyaya götürür. 
Bunun için gerçekten sevmen gerekir,aşka şart koşmadan.

Günümüzde insanoğlunun en büyük eksikliği sevmeyi bilmiyor olması.
Aşk,sadece bir kavram artık hiç yaşanmayan.
O yüzden her geçen gün yalnızlıktan
biraz daha zehirleniyoruz...


Vakit varken tomurcukları topla.
Zaman hala uçup gidiyor ve
bugün gülümseyen bu çiçek yarın ölüyor olabilir...

6 Ağustos 2015 Perşembe

Zor İş Unutmak...






Bilim insanları,duygusal hafızamızda birikenleri unutmak için harcadığımız çabayı övgüye değer bulalı çok uzun zaman olmadı.Tarihte insanlar unutmak için kirpi kanıda içti,kertenkele de yedi,işkencede gördü,tıbbı deneylere de maruz kaldı.Nöropsikiyatri uzmanı Anna Novicka 2010 yılınd arkadaşlarıyla birlikte Oxford Üniversitesi için yaptıkları bir araştırmada şöyle diyor, ''Duygusal verileri unutmak beynin sağ tarafını ilgilendiren ağır bir nöral işçilik gerektiriyor.'' Unutma gayreti beynimizi başka işlerle uğraşmaktan alıkoyarken,kolumuza giriyor.Yaşam boyu bu kötü arkadaş hatıralarımızı elimizden alırken,ona ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda ortalardan kayboluyor.Önce ölüm korkusunu unutuyoruz,sonra da bize değen insanları,acıtan olayları,iyiliği ve en sonunda da kendimizi.Unutuyoruz derken,hiçbir zaman tam olarak değil.Nietzsche unutmak üzerine yüksekten uçuyor ve anlatıyor, ''Kötü bir hafızaya sahip olmanın avantajı,aynı şeyleri yapmaktan hep büyük bir zevk duyacak olmanız.'' Unutmak sanatçının üretim kaynaklarından biri gibi görünürken,aslında sanatın ta kendisi oluyor.Üstelik kendi kuramları ve teorileriyle bir iç çekiş gibi gelip oturuyor boğazımıza.Gabriel Garcia Marquez, ''Aşk ve Öbür Cinler''de sevgiliye,''Seni unutmama izin verme'' diye çağrıda bulunurken,geçmişin zaman içinde-yok olmasa da-bir süreliğine kaybolmasından doğan karanlık Turgut Uyar'ın Göğe Bakma Durağı'ndaki dizesiyle geri aydınlanıyor: ''Durma,kendini hatırlat.'' Unuttukça derisi kalınlaşıyor insanın.Defalarca yazılıp silinmiş bir tahta gibi,izlerinin üzerinden geçiliyor,eski harflerinden yeni harfler türetilmeye çalışılıyor.Her yazı yüzeyinde biraz daha birikiyor,insan unuttukça kabalaşıyor ve bu uğurda verdiği emekten de yorgun düşüyor.Hayat tecrübesi denen çirkin o şey,ellerimizden akıyor,bir adamın sakallarında uzuyor,bir kadının saç diplerinde birikiyor,omuzlarımıza dökülüyor,ayaklarımızı işgal etmiş attığımız her adımda herkes tarafından görülüyor.Unutmak için gösterdiğimiz hatırı sayılır çabanın ardından vakti geldiğinde geçmişi geri hatırlayalım diye bir oda dolusu ilaç yazıyor doktorlar.Uzak anılar,yakın anılarla yer değiştirirken geriye bir tek şey kalıyor,belli belirsiz bir ifade;isteksiz,sakin ve olgun.Fuzuli,Leyla İle Mecnun'da Mecnun'u anlatırken, ''Daha bebekliğinde olgundu'' der.Onun büyük bir aşık haline geleceğinin daha çocukken müjdelendiğini anlatmak ister gibi,büyük bir aşık olmak çok matah bir şeymiş gibi.Bir o kadar büyük ayrılığın ardından Mecnun,Leyla'yı unutamadığı her gün başka bir varlığa dönüşüyor çölde,sonunda da artık Leyla'nın Mecnun'u olmaktan çıkıyor ve aşka dönüşüyor ancak artık Leyla'dan vazgeçmiş oluyor.Zira Mecnun'un aşkı ona Leyla'yı bile unutturuyor.Son noktada başkalarının neleri unuttuğuna bakarken buluyorsun kendini.En çok unutanımız en görmüş geçirmişimiz oluyor.Oysa kalbin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini Edgar Allan Poe açıklıyor, ''Bir gün hatırlamak üzere saklamak'' aklı unutmaya ikna etmenin tek yolu.Ancak bu şekilde yeniden uyanacak gücü kendinde bulabiliyor insan.Unutmanın hayatı sürdürürken ne denli önemli olduğuna bir açıklama da Fransız ressam Henri Matisse'den geliyor.Matisse,bir ressamın herhangi bir gülü resmederken ne kadar zorlanacağını anlatıyor, ''Çünkü çizmeye başlamadan önce bildiğiniz bütün gülleri unutmanız gerekir.'' Bu bakışa göre her neye başlıyorsak başlayalım,biraz unutmak gerekiyor.Biraz unutmak beynimizin sağ lobuna,kalbimize ve etrafımıza iyi geliyor.Yine de Türkiye'de hafızamızla bunca hesaplaştığımız bir zamanda,unutmak üzerine belki de yazılmış en güzel cümlelerden biri,son söz olarak İlham Behlül Pektaş'ın kaleminden geliyor, 

''Ben seni unutmak için sevmedim.''


31 Temmuz 2015 Cuma

Kutuplaşma...





Trajikomik mi desem,dram mı desem yoksa direkt olarak komik mi desem,bilemiyorum.Çocukluk arkadaşımın çaresiz kaldığı bir sorununu anlatacağım size.Malum,ülkemiz yine zor günlerden geçiyor.Kanlar dökülürken,ülkemizin insanları kutuplaşıyor,önyargılar bir kalıp olmaktan çıkıp bir düstur haline geliyor.Anlatacağım olayda tam olarak bununla ilgili:Kutuplaşma...
Beraber büyüdüğümüz,aynı sofrada ekmek paylaşıp,aynı kavgada dayak yediğimiz,aynı kıza asılıp sonra da 'Bu kız ikimize de yar olmayacak,en iyisi biz dostluğumuzu koruyalım!' deyip,kardeş gibi kenetlendiğimiz,hayatın hoyratlığında her an yanyana olamasak bile yine de kopmadığımız,galatasaray yenilince beraber dertlenip,kızıp,yine teselliyi birbirimizde bulduğumuz,çocukluk arkadaşım Fatih'in başına kimisi için felaket kimisi için talih kuşu olarak addedilen aşk geldi,tüm vücudunu ele geçirdi ve onca yalnız insanın arasından sıyrılıp sevmeye başladı.Ne güzeldi sevmek öyle,nasıl da her şey başkalaşırdı gözünde insanın.Kendini dünyanın en güçlü insanı hisseder seven.Çünkü,sevdiğin yanındaysa aşamayacağın engel yoktur.Gözü karadır sevdalıların.Ama bir soru işareti düşerse kafalara,lekelenir sevgileri.Bırakın fırtınayı,küçük bir lodos bile yıkar süphecileri.İki seven arasında en önemli şey,birbirine karşı duyduğu güven ve yine birbirine karşı inançlarıdır.Sormuştum Fatih'e, 'Öncekiler gibi geçici bir şey mi?' diye.O da, 'Galiba evleneceğim ben bu kızla!' demişti.Bir şeyi hesap etmemişti ama:Türkiye'de bölgesel önyargılar vardı.Ülkenin Batısındakiler Doğunun tümünü terörist ilan etmişti.Birisi Kürt ise,vatan haini olmaması imkansızdı.Hatta ileri gidip, 'En iyi Kürt,ölü Kürttür.' deme gafletine düşenler bile vardı.Doğudakiler ise Batıya çok ısınamamıştı.Gelenekleri onları mufazakar yapıyordu.Batı,geleneklerinden kopmuş,asimile olmuş bir yerdi.Oranın insanlarıyla paylaşımlar ticaret yapmanın ötesine gitmesi neredeyse imkansızdı.Aynı bayrak altında yaşayıp,birbirlerini düşman olarak görmüş,uzak durulmuştu.Batılı aileler Doğulu gelin yahut damat kabul etmiyordu.Kafalardaki önyargılar sevenlere saygı duymuyordu.Doğunun çoğunluğu  ise batının damat yahut gelinini kabul etmek yerine,ensest ilişkileri makul görüyordu.Bunların neticesinde ise mutsuzluk,gözyaşı her iki tarafıda yıpratıyordu. 'Galiba evlenceğim bu kızla! diyecek kadar seven Fatih,iki sene sonra 'Kızın ailesi Kürt,Karslılar.Beni öğrenmişler.Karadenizli olduğum için kıza, 'Boşuna ümitlenme,seni ona veremeceğiz' demişler.Henüz beni tanımıyorlar bile,nasıl bu karara vardıklarını aklım almıyor.' dedi.Neden olduğunu kendiside biliyordu ama ne yapsındı?Üstelik Fatih'in aileside doğulu bir gelin istemiyordu.Ama bu sorun değildi.Kararlıydı çünkü. 'Ailemin tepkisini biliyorum.Ama ben sevdikten sonra onlara sadece saygı duymak düşecektir.Gerekirse ailemi bile karşıma alırım.' dedi,sonra: 'Ama o aynı şeyi yapamayacağını söyledi.Ona hak veriyorum ama en azından mücadele edeceğini söyleseydi mutlu olurdum.O sadece ağladı ve 'bilmiyorum' dedi.'  İkiside yirmi yaşında.Yani beraber filmler izleyip,adalar da el ele gezip,birbirlerini öpücüklere boğmaları gerekirken,yıllardır devletin bile çözüm bulamadığı Türk-Kürt sorununa bir ucundan bulaşmış,çaresizce çırpınıyorlardı.Geri kafalı insanlar yüzünden günahsız bir sevda yok olmaya yüz tutmuştu.Bu insanların derdi neydi böyle!Bu neyin savaşıydı?Her iki tarafında güdülen kin yüzünden her saniye kaybettiğini ne zaman anlayacaklardı? Bazen Hz.Nuh'un tekrar dünyaya gönderilip,yeniden gemisine iyi olan her ırktan ve hayvandan insanları toplayıp, dünyanın yeniden kurulmasını ümit ederim.
Eğer öyle bir şey olursa,eminim Fatih ve sevdiğide o gemide olacaktır.
Maalesef,ancak o zaman bir hayat kurmaları mümkün olabilir.... 

Bunun adını ben koyamadım.
Siz söyleyin öyleyse;
Trajikomik mi,dram mı yoksa sadece komik mi?


22 Temmuz 2015 Çarşamba

Oyuncak Müzesi...

Merhabalar efenim!Biliyorum,uzun zaman oldu yazmayalı.Ne deseniz haklısınız!Ama sizde hak verirsiniz ki havalar ve sular ısındı,insanlar soyundu,bikinili hatunlar arz-ı endam etmeye başladılar ve her şeyden önemlisi eşsiz güzelliği  kadar vefasızlığıyla da ünlü İstanbul şehrimiz tüm tarihi ve mavinin en güzel tonunu taşıyan deniziyle beni kendisine çağrıyordu.Ne yapsaydım yani,öylece oturup depresif bir halde bilgisayar başında mı vakit geçirseydim?Bana kırgınlığınızın biraz olsun geçtiğini hisseder gibiyim!Öylseyse,bırakın da kendimi tam olarak izah edeyim.
Kendimi ramazan ayından sonra turist ilan ettim!İstanbul'a ilk kez gelen bir Koreli gibi keşfedeceği şeyler adına heyecanlı hissediyordum.Bildiğim yahut bilmediğim her şeyi tek tek ayrıntılarıyla keşfetmeye karar verdim.Diyeceksiniz ki, 'Yahu Onurcum,son cümlende anlatım bozukluğu var.Bildiğin şeyi yeniden keşfetmekten söz ediyorsun.Nasıl iş?' Saygı duyarım bu sorunuza.Hatta müteşekkir olurum çünkü bu ilgiyle okuduğunuzu gösterir.Ama yanılıyorsunuz.Bir şeyin ne olduğunu bilmek,o şeyi keşfetmek demek değildir.Keşfetmek,bulduğun yahut gözlemlediğin şeyin dünyasında hissetmektir kendini.Kuru bilgi sizi sadece cehaletten kurtarır.Ama o bilginin içini doldurmak hissetmekle başlar.Misal,Mimar Sinan'ın Hürrem Sultan'ın kızı olan Mihrimah Sultan'a büyük aşkından dolayı yaptığı Mihrimah Sultan Külliyesi hikayesini bilmek,cehaletinizi görünmez kalır.Ama o hikayeyi ancak gidip görerek,Mimar Sinan'ı  sanki külliye inşasında çalışıyormuş  gibi duyduğu heyecanı zihninizde tasvir ederek izlemek,sizi doyumsuz keşfe çıkarır.Bende yıllar sonra tembelliğimi bir yana bırakıp,Sunay Akın üstadığımızın 2005'te açtığı Oyuncak Müzesi'ni sonunda keşfetme fırsatı buldum.Özellikle de 'Şarlo' karakteriyle herkesin gönlünde taht kurmuş Charlie Caplin'in ilk oyuncağını birebir görmek,o oyuncağın Oyuncak Müzesine gelene kadar geçirdiği maceraları yanıbaşında düşünmek beni fevkalade heyacanlandırdı.

İzninizle biraz müzeden bahsedeceğim...

Efenim,yaklaşık bir aydır profesyonel fotoğraf makinemle ve her gün değişen farklı arkadaş grublarıyla karış karış İstanbul'u geziyorum.Birçok yer gezdim ama dediğim gibi size Oyuncak Müzesinden bahsedeceğim.Henüz kış uykusundan uyanamamış ilkokul arkadaşım Mehmet'i yanıma alıp,Anadolu Yakasına-Göztepe semtine gittik.Mesele buradan sonra başlıyor.Müze öyle bir ara sokaktaki,bulması biraz sabır gerektiriyor.Hele ki Anadolu Yakasına gidiş sayınız bir elin parmaklarını geçmiyorsa!İşin garibi,metrodan indiğimizde duraklarda,marketlerde,taksi duraklarında gördüğümüz insanlara yol güzergahını sorduğumuzda on farklı yol tarafi aldık.Misal,bir taksici amcanın, 'Yeğenim oraya gitmesi zordur!Otobüsler gitmez.En iyisi atlayın ben sizi götüreyim!' demesi bize dürüstçe görünmüştü lakin arkadan gelen bir genç arkadaşın sesi yanıldığımızı ispatladı: 'Gençler,şu yolu takip edin.Oradan otobüslere binebilirsiniz.Yürüyebilirsiniz de pek bir mesafe yok zaten.!' demesi bizi hem sevindirdi hemde üzdü.Parayı insalığınızdan önde tutarsanız,her zaman kaybedersiniz.Hemde galibiyet içinde mağlup olursunuz.O dolandırıcı amcanın yüzü yalanı ortaya çıkınca biraz bozulmuştu.Ama eminim ki utancından değil,oyunu bozulup cebi para göremediğinden.Ne diyeyim,yavşağın tekiymiş kendisi!Neyse,otobüsü uzun uzun bekledik,lakin beklediğimiz hattın otobüsleri gelmedi.Bizde hasbelkader yollara koyulduk.Güneş tam tepede bizi kavururken,kendimizi bedevi gibi hissetmememiz kaçınılmazdı.Sorduk,levhaları takip ettik,yanlış tarifler aldık,geri yürüdük ama sonunda bulduk.Tabi ilk şüphe ettik,hatta Mehmet:'Ulan bu serap falan olmasın.Sıcaktan beynimiz eridi.' dediğinde bende bir şüpheye düşmedim değil hani.O yüzden hemen fotoğraf makinemi çantamdam ivedi bir şekilde çıkarıp,fotoğrafını çekerek serap görmediğimizi makinenin yardımıyla teyit ettik.

İşte,o teyitlik fotoğraf..!



Bende hemen bu ölümsüz an içinde olmalıyım deyip,attım kendimi girişin merdivenlerine!Kurşun askerle muhabbet ediyorken çekmediği iyi olmuş.Bu ve diğer fotoğrafların üzerine tıkladığınızda büyüyor resim.Neden mi bunu söylüyorum?
Hem daha ayrıntılı bakabilirsiniz hemde askerin bacağının siyah bölümünde üç kelimeden oluşan giriş cümlesi vardır.
Muhtemelen göremeyeceksiniz ama yinede deneyin...:)



 Soluklandıktan sonra sonunda oyuncak dünyasına girdik.Bize ilk tavan arasından başlamamızı 
önerdiler.Biz aksi adamlar olduğumuz için en alt kattan başladık.
Tuvalet bölümünden yani...





Burası müzenin tuvalet bölümü.Ama son derece iyi tasarlanmış.Kendinizi bir çizgi filmin içindeymiş gibi hissediyorsunuz.Ben kendimi Süngerbob gibi hissetim...






Hadi dedik!Tavsiyelerine uyalım.
Hemen tavan arasına attık kendimizi.Bununla karşılaştık...
 İnanılmaz bir nostalji!
Kolumu yasladığım tahta at ve onun önündeki tarihi bisiklet sizi zaman yolcusu gibi hissettiriyor...







Tam tavan arasından inmek 
üzereydik,bir de ne görelim?Tavan arasının vazgeçilmez yaratığı fare!Annem görseydi kesinlikle oyuncağından bile korkup,oradaki langırtla farenin canını yakardı.Yahut öyle yaptığını sanırdı demek daha doğru olur .. :)









Ama tabii ki benim aklımda hep Şarlo bebeğini görmek var.Sabırsızlanıyorum,heyecanlıyım ama ona gelmeye daha var.
Devam edelim bakalım.

1933 yılında,Nazi Almanya'sında üretilen oyuncak askerler....
Tarihçiler 2.Dünya Savaşı'nın 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya'ya girmesiyle başladığını söylerler.Oysa ki Hitler ilk önce bu oyuncaklarla çocukların düşlerini işgal etmiştir.Oyuncak askerlerle oynayan çocuklar,2.Dünya Savaşı başlayınca bu oyuncakların yerine geçtiler.

Geriye gözyaşı,hüzün ve kırık oyuncaklar kaldı...
(Bizzat kendi objektifimdendir)






















ABD yapımı B-29 tipi bombardıman uçağı,6 Ağustos 1945 tarihinde Hiroşima'ya ve 9 Ağustos 1945 tarihinde Nagazaki'ye atom bombasını atan uçaktır.Bombardıman sonucunda 2 kentte yaklaşık 200.000 insan hayatını kaybetmiştir.












 Efenim bu da,Ağustos 1945'te,Hiroşima'ya atılan atom bombasının yıktığı bir ilkokulun eriyen pencere camları ve geriye kalanlar...
Japonlar için çok değerli olan bu objeler,2010 yılında Japon devleti tarafından Hiroşima'ya davet edilen Sunay Akın'a,savaşların gerçek yüzünü unutturmamak adına ve bir daha böylesi acıların yaşanmaması dileğiyle İstanbul Oyuncak Müzesi'nde sergilenmesi için verilmiştir.





 Apollo 15 uzay aracı,26 Temmuz-7 Ağustos 1971 tarihleri arasında gerçekleştirdiği uzay uçuşunda,bu Türk Bayrağı'nı da kumanda modülünde taşımıştır.Uzayda 295.2 saat,ayda 3 gün kalan ve toplam 1.4 milyon mil uzay yolculuğu yapan tarihi Türk Bayrağı,ABD'de yaşayan iş adamı Ekmel Anda tarafından bir Amerikalı koleksiyonerden satın alınarak Oyuncak Müzesi'ne bağışlanmış.
İnsanın Ay'a ulaşma serüveninde en önemli adım 1920'li yıllarda atılmıştır.Bu yıllarda,Amerika Birleşik Devletleri'ndeki çocuklar uzay konulu oyuncaklarla oynuyorlardı.O çocuklar ki 1950'li yıllara gelindiğinde uzay araştırmalarının yapıldığı NASA'da görev aldılar.1920'li yıllarda oyuncaklarla çocukların hayallerine,oyunlarına uzayı hedef olarak koyan bir ülkenin Ay'a bayrağını dikmesine raslantı diyemeyiz.Bu gerçek,oyuncağın uygarlık tarihindeki önemini gösteren somut örneklerden yalnızca biridir...





Burada Mehmet'e uçakları tanıtıyordum.
Tabii ki hiçbir bilgim yok... :)





 Bu oda ise sihirli gibidir.Oradaki tren istastonundaki çalışan insanlara dalıp gidersiniz.
1920'ler,Almanya...



=======================================================================
=======================================================================


 
 
















 Veee o beklenen an geldi.!
Charlie Chaplin Oyuncağı.

Hikayesi şöyledir efenim!
1920'li yıllarda,New York'un köylerinden Saranac Lake sakinleri,açmayı düşündükleri anaokulu için,gelir sağlamak amacıyla bir halk pazarı kurmaya karar verirler.Pazardaki satışlardan elde edilen gelir,anaokulunun yapımında kullanılacaktır.Bu hayır girişimine duyarlılık gösteren Emma Moris,kocası William'dan bütün arkadaşlarına,hatta özellikle ünlü olanlarına mektup yazarak,pazar yerinde satılmak üzere uygun gördükleri eşyalarını göndermelerini rica eder.Kısa bir süre sonra,William'ın gönderdiği mektuplardan birine Hollywood'dan yanıt gelir: 
''Sevgili Morris,bu güzel kampanyanızda size yardımcı olması için,bana çok benzeyen bir oyuncağı ve yanında da imzalı fotoğrafımı gönderiyorum.''
 Mektubu gönderen William Morris'in yakın arkadaşı Charlie Caplin'dir.!
Sessiz sinema döneminin ünlü sanatçısı Charlie Chaplin'in bebeği,geldiği ilk günden itibaren pazarın gözdesi olur.Oyuncak sayesinde tezgahlardaki tüm mallar satılır.Gösterilen bu büyük ilgi üzerine oyuncak,açık arttırmada 500 Dolar'a alıcı bulur.Oyuncağı satın alan,eski dostundan gelen bu güzel ve anlamlı hediyeyi kimseye kaptırmak istemeyen William Morris'tir.
Emma ve William Morris öldükten sonra varisleri oyuncağı Saranac Lake kütüphanesine bağışlar.Çocuklara okuma sevgisi aşılaması amacıyla bağışlanan Şarlo bebeği,burada da oyuncağı görmeye gelenlerin aldığı kitaplar sayesinde kütüphane büyük gelir sağlar.
Oyuncak,1970 yılında bir hayır kurumuna devredilir ve açık arttırmaya çıkartılarak yeni sahibi ile buluşur.

İşte,oyuncak ve sinema tarihinin bu eşsiz eseri,2013 yılının Aralık ayında,ABD'de düzenlenen bir açık arttırmada bu kez İstanbul Oyuncak Müzesi'nin kurucusu Sunay Akın tarafından satın alınır.Böylelikle oyuncak,Şarlo karakterinin doğuşunun 100.yılı olan 2014'te,İstanbul Oyuncak Müzesi'nin ziyaretçileriyle buluşur...





 Bu ve daha fazlası bende mevcut olmasına rağmen paylaşmayacağım.
Görmek isteyene müze pazartesi günleri hariç hergün açıktır efenim...
 
Umarım keyif almışsınızdır...

Benden bu kadar.... :)

















7 Temmuz 2015 Salı

Öteki Ben...



 
Dün,bunaltıcı sıcakların olduğu saatlerde yeni aldığım 'Öteki Ben' kitabını usulca okuyayım dedim.Oruçlu iken öyle oyalayıcı şeyler yapmalısınız ki,hem susuz ve aç bedeniniz yorulmamalı hem de keyifli saatler geçirip tam iftar saatinde yaptığınız işi noktolayıp,tatlılara dalabileseniz.Elimde görmüş olduğunuz bu kitap,bana tabiri caize manyakça duygular yaşattı.
Devlet memuru olan Golyadkin,bir sabah işyerindeki masasının karşısında,kendisiyle aynı adı taşıyan,kendisine tıpatıp benzeyen bir memurun olduğunu görüyor.Bu çelişki,hikayenin sonuna kadar akıcı bir şekilde ilerliyor.Bu kitabı okuduktan sonra,'Yahu bu kitap bana bir şeyi çağrıştırıyor ama ne?..' diyebilirsiniz.İçinden çıkamayabilir,kurdeşen dökebilirsiniz.Söyleyeyim neyi çağrıştırdığını: Efsane film Fight Club'ı.Film tadında bir yapıt olduğundan ve dövüş kulübü yazarlarının bu kitaptan etkilendiğini söylemek herhalde yalan olmaz.Birçok okuyucunun beğenisini kazanmasına rağmen Dostoyevki,bu eserini beğenmez ve ,'Değiştirme fırsatım olsaydı,farklı bir şekilde ve daha kapsamlı anlatırdım.Beğenisi az bir roman..' der kendileri.Mütevaziliktenden bence efenim,adam kendini övemiyor.Bende size övmüyor,sadece yapacak işiniz yoksa,hava sıcaksa ve oruçluysanız alıp okuyabilirsiniz diyorum..Ama evde sizi rahatsız edecek insanların olmamasına dikkat edin lütfen.Şansıma ağabeyimin izinli gününe denk geldi bu kitapla tanışmam.
Bu fotoğrafta onun eseri. 
Aslında fena olmamış be!ha!

Kitap okumaya yönelik teşvik edici bir kamu spotu reklamı gibi durmuyor mu sizce de :)?




 

2 Temmuz 2015 Perşembe

İşte Böylesine Yeniliyorum...




2 Temmuz 1993 günü,Cumhuriyet'in temellerinin atıldığı Sivas'ta halk edebiyatımızın büyük ozanlarından Pir Sultan Abdal için düzenlenen şenlikler bir katliamla noktalandı.Pir Sultan Abdal Şenliği'ne katılanlar,yobaz çetelerin kurdukları insanlık dışı tuzaktan habersizdiler.Yaşamlarını bilime,sanata,daha güzel bir dünyanın yaratılmasına vermiş insanlar 30 Haziran gecesi,türkülerle,şarkılarla,başlarında şenlik şapkalarıyla,sırtlarında şenlik tişörtleriyle yola koyulmuşlardı.Hiçbiri bu yolculuktan geriye dönmeme ihtimali olduğunu,hele hele yanarak ölme ihtimali olduğunu akıllarından bile geçirmemişti.2 Temmuz günü,Cuma namazından sonra kent merkezinde gösteriye başlayan şeriatçılar,Ozanlar Anıtı ve Atatürk heykellerine saldırdılar.Önce valilik ve kültür merkezini daha sonra da şenliğe katılanların kaldığı Madımak Oteli'ni kuşattılar.Sayıları 15 bine ulaşan göstericiler,oteli taşlamaya başladılar.Oteldekiler tam 8 saat kurtarılmayı beklediler.Saat 20.00 sularında,saldırganlar 'Yak ula yak' çığlıklarıyla 'Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu,Sivas'ta yıkılacak!', 'Sivas Aziz Nesin'e mezar olacak' sloganlarıyla Madımak Oteli'ni ateşe verdiler.Laik düzeni  yıkırak din esaslarına dayalı devlet kurmayı hedefleyen 'şeriatçıların kanlı kalkışması' olarak tarihe geçen katliamda 33 konuk,2 otel görevlisi ve 2 saldırgan yaşamını yitirdi.Her şey polisin,askerin,devletin ve tüm dünyanın gözleri önünde olup bitti.Yaşamlarını yitiren 33 aydın hiç unutulmadı.Otelde sıkışıp kalan insanların 'Bizi kurtarın' diye feryat ederken oteli ateşe veren güruhun keyif içinde alevlerin yükselmesini seyretmesi de unutulmadı.Siyasilerin olaydan sonra verdikleri demeçler de... 
Madımak Otel'nin merdivenlerine oturmuş üç şairin bekleyişini gösteren fotoğraf da belleklerimizden hiç silinmedi.

Saat 15.00 sularıydı.Uğur Kaynar'ın eli çenesinde;Metin Altıok'un elinde saplı bir süpürge,Behçet Aysan'ın elinde ince bir çubuk,önünde yangın söndürme tüpü...
Ne yazık ki,katliamın sonunda merdivende oturan üç şair de yaşamını yitirdi.O merdivenler barikatın hemen arkasında,otele göstericilerin saldırısı gerçekleşirse geçilecek ilk merdivenlerdi.Şair Behçet Aysan da,elindeki çubuğu bırakırken şunları söyler yanındakilere : 'Saldırganlar genç,ben onlara vuramam.''

Katliamdan sağ kurulan gazeteci yazar Battal Pehlivan,üç şairin merdivende bekleyişlerini fotoğrafladı...


Metin Altıok:Türkçenin filozof şairiydi.İnsanın yüceliğine olan inancıyla kaleme aldığı şiirleri sevgisizliğe,kötülüğe karşı bir misillemeydi. 'Şiir onuriliğimdir benim,duyarlığımın temelidir.Sözcük evrenine açılan penceremdir.Ben o pencereden bakmaya çağırdım herkesi.' diyordu... 

Ne mi kalır benden sana;
Kıpraşan civasıyla,
Menevişli göller kalır,
Hazır sırdaşın olmaya.

Ne mi kalır benden sana,
İğde kokan soluğuyla,
Perçemli yeller kalır
Hazır yoldaşın olmaya.

Benden sana az biraz
Kül içinde uykuda,
Yaşamımdan közler kalır,
Hazır candaşın olmaya..


Behçet Aysan:Sevgi,eşitlik ve barış üzerine kurulu bir dünya özlemiyle yazdı şiirlerini.
'İstiyorum ki,bağırmadan usul sesle söylensin şiir.Usul sesli bir çığlık olsun.Kimi zaman kara,kiminde umudu öne çıkaran.' dedi.Sevmeyi unutanların şiirini yazdı.

Sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
Yalan her şey gibi 
aşklarınız da.

Yaşamı ölüm
diye anlatıyorlar size
yalanı gerçek diye.

Ne leylakların 
tomurundan haberiniz var
ne önünüzden 
kara bir bulut
gibi geçen geceden.

Sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler
Yalan aşklarınız da...


Uğur Kaynar:Zara doğumluydu.Yumuşak ve içe dönük şair kişiliğiyle Ankara'daki aydınların ve sanatçıların özgün bir parçasıydı.Şiirlerinde aşkı,yalnızlığı,hüznü,insan sevgisini ve güzelliği anlattı.Uğur Kaynar'ın yanından hiç ayırmadığı,adeta kişiliği ile özdeşleştirdiği askılı deri çantası katliamdan birkaç gün sonra bulundu.Şairin çantasından yazdığı son şiiri çıktı...

Öldüğümde
Doğduğum yere gidiyorum
Yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği
İşte böylesine yeniyorum...


Yas tutulacaksa,bugün tutulmalı.
Ruhları şad olsun...